Tarih: 26.05.2011 07:14

Yeni bir ''biz'' inşa etmek mi? Hangi biz?

Facebook Twitter Linked-in

       Türkiye’yi yönetenlerin işi hiç kolay değil. Bir yanda kaset şantajıyla parti genel başkanlarını değiştirip siyasal partilerin çizgilerini belirleme girişimleri… Diğer yanda terör odaklarının hükümet ve toplum üzerinde tehditle baskı oluşturarak, 12 Haziran seçimleri ertesinde anayasa değişikliği yoluyla yeni siyasal kimlik elde etme çabaları…

     Buna yönelik olarak halk arasında kafa karışıklığı yaratacak söylem ve senaryolar hazırlanabiliyor. Sokaktaki insanın, esnafın, işçinin belirli bir gündemle zihin dünyalarına giriliyor…

      Nedir mesele?

      Türkiye’nin özgün gücü, küresel ve bölgesel düzeydeki muhtelif çıkar algılamalarıyla uyumlu olmayabiliyor. Kimi odakların çıkarları önünde engel teşkil eden bu gücün etkisizleştirilmesi gerekiyor. (Aleksander Dugin örneği anımsanabilir). Bunun için iki yol var. Biri, örgütlü silahlı saldırı ve uluslararası düzeyde Türkiye aleyhinde negatif siyasî atmosfer yaratılmasıdır. İkincisi ise psikolojik savaş yöntemiyle toplumda kutuplaşma, güvensizlik ve gelecek endişesi meydana getirip halkın iki zıt yönde beklentiye şartlandırılması olarak ifade edilebilir. Bir iyimser, bir de karamsar Türkiye resmi çıkıyor karşımıza. İkisinden birini seçmek zorunda sanki insanlar.

      Bir vekâleten tercih sistemi yerleştirilmeye çalışılıyor. Bildiğinden dolayı değil, kendi bireysel kanaati öyle olduğu için de değil, sırf tuttuğu tarafın tercihi ve söylemi öyle gerektirdiği için inatla bir savı ve ona uygun düşen davranışı üstlenenlerin sayısını çoğaltmaktır amaç.

     Aslında, sonuç alınmıyor da değil. Örneğin evinize çağırdığınız bir musluk tamircisi, işini yaparken birdenbire sözü Mısır ve Suriye’deki olaylara getirip Türkiye’nin sonunun da öyle olacağını savunabiliyor ama bu arada parçanın birini takılması gereken yere takmayı unutuyorsa, üretimde olması beklenen dimağın ve elin hiçe çıkarıldığının alâmeti sayılır bu. Sizin o musluk tamircisine söyleyeceğiniz en doğru söz şu olacaktır: “Bunlarla uğraşmak yerine sen önce kendi işini hakkıyla yap”. Evet, her şeyi konuşalım, ama esas işimizi, görevimizi ihmal etmeden.

      Girişte değindiğimiz kasetler konusu, bir çirkinliğin, çürümüşlüğün, bozulmuşluğun ve ahlâk iflasının öldürücü zehir gibi siyaset kazanına düşmesidir. Bunun iki yüzü var: Bir yüzünde çirkinliğin ve ahlâk iflasının failleri, diğer yüzünde bu fiilin pazarlayıcıları. Müşteri/tüketici olmak da ayrı bir zafiyet işaretidir.

      Böylesi çirkinliklerden medet umulmaz. Güzel, temiz bir toplum için başka ilgi alanları, beğeni ve tercih kriterleri oluşturmak zorundayız.

     Diğer bir husus, anayasa değişikliği sürecinde Kürt meselesi üzerinden Türkiye’de ikili bir ulus kimliği kurgulama girişimidir. Bu yönde bir siyaset ve toplum mühendisliği çalışması, çok boyutlu bir proje olarak,  hem entelektüel kesimden hem de siyasetçilerden ve halktan belirli taraftarların da katkılarıyla yürütülmektedir hâlen. Bu arada, kelimenin tam orijinal anlamıyla, naif bazı yazar çizer takımının, iyi niyetle, Türkiye’de farklı acılardan söz etmeleri bile istismar konusu olabilmektedir. İstismar edilen, sonuçtur.

     Örneğin bazı söylemler, kendilerini Türkiye’de “biz” kavramının dışında görenlerin var olduğu gerçekliğiyle yüzleştiriyor bizi.  Ancak, Kürtlerin haklarını savunduklarını iddia edip de aslında etnik Kürtçülük yapanların varlığına tanık oluyoruz; bunların bir kısmı belki bunun farkında değil, ya da bilinçli olarak böyle bir şeyi amaçlamamış olabilirler. Ne var ki, sözleri ve tavırları bir etnik Kürtçülüğü yansıtıyor. Oysa bu söylem, Türkiye’de Kürtlerin yüzde doksanı tarafından hiçbir biçimde tasvip edilmiyor. Daha önce dile getirdiğimiz “yapışık ikizler” benzetmesinin kaynağı da bu toplumsal gerçekliktir.  Bunu gösteren anketler mevcut.

      İşte belki tam da bu gerçeği perdelemek için son zamanlarda özellikle Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde halkın BDP ve PKK gösterilerinde katılımcı/destekçi olarak görünür olmasına yönelik bir strateji dikkat çekmektedir. Van-Başkale’de MHP ilçe yönetiminin istifa ederek,  “Bahçeli bize sahip çıkmadı, biz de halkımızın yanında yer almaya karar verdik”, şeklinde ilginç bir gerekçeyle BDP’ye katılması bu bakımdan çok manidar. İlçe başkanının on iki çocuğu olduğunu vurgulaması da ayrıca üzerinde düşünülmesi gereken bir husus. Acaba bu çocukları dağın ardından gelebilecek bir tehlike mi bekliyordu?..

      Başbakan Hakkari’de halka hitap etmek isterken, şehirde insanların evden çıkmasını engelleyenler Kürtlerin hangi hakkını savunmuş oluyor?  Devlet halkın ayağına gelmişken, halk taleplerini, sorunlarını niçin dile getirmesin? Kimin/kimlerin oyunlarını bozar burada devlet-halk buluşması?

    Birileri, Kürtlerin “özne” olma talebinden bahsediyor. Ama bu bir demokratik, sosyal hukuk devletinde temel insan hakları açısından tüm yurttaşların eşitliği anlamında değil, bir “federasyon içerisinde özerklik” şeklinde yorumlanıyor.  Bu da yeni bir toplum sözleşmesi (anayasa) ile Türklerden ve Kürtlerden meydana gelen bir ulus tanımını zorunlu kılıyor. “Yeni bir ‘biz’ inşa edilmeli”, deniliyor. Böylece, “Kürt olarak yaşamak” diye tasavvur edilen şeyin paradigması hakkında fikir sahibi oluyoruz biz de.

     Yukarıda tanımlanan modele göre Kürt olarak yaşamanın Türkiye hayaline ters düşmeyeceği ileri sürülüyor.

     Ters düşer.  Çünkü tanımlanan o yeni “biz” kurgusunda Türkiye kavramı da değişmek zorundadır. Kürtlük bir siyasî kimlik tanımlayıcısı olacaksa, o zaman yeni biz’in yaşayacağı ülkenin adı Türkiye olarak kalmaz mantıken. Belki bu mantığın bir sonucu olarak, Türkiye adının da, örneğin,  Türkkürdiye olarak değişmesi daha tutarlı olacaktır. Tabii sadece bu mantığa göre.

     Öyle ya, mademki bazı konjonktürel gelişmelerin de etkisiyle Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal devlet yapısı “Kürt” ilavesiyle bir modifikasyona tabi tutulacak, o zaman devlet/ülke adının da değişmesi kaçınılmaz bir sonuçtur. Tanım bunu gerektiriyor. Ama bu, zorlama bir şey olur.  Bu kadar etnik ayrışmaya ne gerek var. Kürtlerin temel insan hakları çerçevesinde kültürel hakları tanındıktan, o arada dillerini konuşmanın yanı sıra eğitim ve yayın yapma hakları da olduktan sonra…

     Bir de şu var ki,  tanımlanan model bu ülkede uygulanacaksa bu sadece Kürtlere uygulanmaz. Teorik olarak,  sayıları görece az da olsa, örneğin Araplar, Çerkezler, Boşnaklar, Arnavutlar, Gürcüler de aynısını talep etme hakkına sahip olur. Teorik olarak böyledir ama bunun pratikte karşılığı olamaz. Çünkü böyle bir durum bir ülkenin kendini parçalayıp ona buna yem etmesi anlamına gelir.

     Irkçılığa kaçan talepler ile temel insan haklarını birbirinden ayırmak durumundayız. Aksi halde, makul bir anlaşma zemininde buluşmak hayal olur. Amaç üzüm yemek mi, bağcıyı dövmek mi? Halkın iradesine dayalı anayasal bir düzen içerisinde, herhangi bir etnik ayrıştırma olmaksızın, medenî ve kültürel haklara sahip eşit yurttaşlar olarak barış ve refahı paylaşmak kime yetmeyecek? (Bu herkese yeter Türkiye’de. Ama herkesin işine gelmeyebilir. Eğer konu Türkiye ise).

     Türkiye’de bin yıllık ortak kültür dokusunun geçmişte bir dönem şöyle veya böyle ihmal edilmiş bir parçası olan Kürtler bugün gerekli ilgiyi görüyor. Bu, devletin geçmişteki yanlışı düzeltmesi bakımından isabetli bir politikadır. Fevrî ve irrasyonel çıkışlarla bu gelişmeyi durdurmak, hele de Kürtler adına konuşanların bunu yapması, bu ülkede Kürtlere reva görülen en büyük haksızlık olur.

Prof. Dr. İbrahim S. Canbolaticanbol@hotmail.com

Kaynak : haber7.com




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —