İbrahim Varelci'nin kitap kritiği
Kitap vardır sadece okunur. Kitap vardır okunmayla yetinmez aynı zamanda yaşanır da… Hissedilir kimi kitap ruhun her zerresine kadar. Bazısı insanın iliklerine kadar işler. Bazısı da teğet geçer gönüle… Her kitap elini kolunu sallayarak giremez her gönüle… Bazen bir kitabın sonuna gelirsiniz; ama hiçbir şey bitmemiştir aslında. Aksine her şey yeniden başlamıştır.
Mehmet Sancaktutar'ın Ölü Beyazı isimli romanlı bir soruyla başlıyor. Her insanın ömründe en az bir kere bile olsa kendine sorması gereken dehşetli bir soruyla: ‘Ben kimim ve en çok neye benziyorum?’ Daha sonra, bu soru derinleşiyor, git gide tüm benliği kuşatıyor. İnsanı, kendi hayatını sorgulamaya mecbur bırakan bir kıvama getirene kadar devam ediyor bu süreç. Bir nevi kendini sürekli hatırlatarak unutturuyor insana benliğini. Unutmanın bir yolu da sürekli hatırlamak değil mi?
Yalnızlık, yalnızlık, yalnızlık… Kitabı okurken yalnızlaşıyorsunuz adeta. Etrafta sizden başka kimse kalmıyor gitgide. Kitapla baş başasın artık. Sayfalar ilerliyor…
Kitaptaki kahramanların hepsi biziz aslında. “Kim olduğunu bilmediğim bir insanla bilinmeyen okyanuslara yelken açmış modern bir Robinson’dum. Tek farkla ki Robinson insanlara koşuyordu ben ise kendimden ve insanlardan kaçıyordum”. S.24’ Kitaptaki kahramanlar, yani biz, bireysel ve toplumsal olarak hayatımızın kirlenmiş kutsallığı içinde yüzüyoruz. En muhafazakâr geçinenlerimiz bile bazen modern hayatın her unsuruna sıkı sıkıya bağlı. Bir türlü kurtulamıyoruz bu değirmenden. Ya derdimizin dermanı yok yahut da derdimiz… Dertlenmeliyiz önce derman için. Ölüm bir son gibi gelir çoğu insana; oysa başlangıçtır onu hakkıyla anlayanlar için. Kitap bizi ölüme çağırıyor. Ama ölmeden önce ölmeye…
Modern dünya bizi her gün öldürüyor. Sömürüyor kutsal ruhumuzu. Bizim gönlümüzü zenginleştirmiyor, aksine ruhumuzdan beslenen vahşi bir yaratık gibi saldırıyor hayatımızın her hücresine. İştahı, gün geçtikçe artan bir kemirgen, bir hayvan misali yiyip bitiriyor bizi. Her şeyimizi çalıyor, zamanımızı, paramızı ve değerlerimizi… Gereksiz yere satın aldığımız kıyafetlerle, evimizin her köşesine monte ettiğimiz trend eşyalarla eksikliklerimizi gidermeye çalışıp durduk. Ruhumuzun açlığını bedenimizin sırtına yükledik. Hangi beden bunu kaldırabildi ki…
İnsan kendini karşısına almalı. Etrafı bir tarafa bırakmalıydı önce… Sonra, gerekirse acımasızca eleştirmeli kendini. Kafa patlatmalı, belki de beyninin suyunu damıtmalı. Kendi varlığından bi-haber olan insan kâinatı hangi ölçüde anlamlandırabilir ki. Bir yerde durmadan, kendine bir mekân tayin etmeden, sürekli hareket halinde nasıl resmedilir hayatın anlamı. Durmak ve durulmak gerek. Yoksa hislerimiz, düşünce dünyamız sisli puslu fotoğraf kareleri kadar anlamsız hale gelmeye başlar. Belli belirsiz görüntüler yığını… Görüntü var, renk de var; fakat mana yok!
Her fırsatta içimizde bitmek tükenmek bilmeyen soru tohumları ekmeye devam ediyor kitap.
İnsan iç dünyasından bahsederken nasıl bir lügate ihtiyaç duyar? Çetrefilli mi, süslü mü, bilimsel mi, mistik mi, felsefi mi, otantik mi, rasyonel mi yoksa irrasyonel mi… Hangi kelimeler insanın yüreğinde meydana gelen savaşlarda silah vazifesi görür? Hangi sözler beyindeki depremlere dayanabilir? Anlamsızlığın dehlizlerinde gezinen ruhumu hangi cümleler sükûnete kavuşturur. Sorular, sorular, sorular… Cevapsız kalmaya gebe sorular… Çözümü, çözümsüzlükte saklı kalmış sorular… Sürekli bir arayış, ardı arkası kesilmeyen bir merak… Ben kimim ve en çok neye benziyorum?
İnsan kalabalığın ortasındayken kendini tanıyamaz. Varoluşsal süreçte eğer model alabileceği bir insan yoksa kendini dış dünyadan soyutlamak zorundadır. Zaten bu süreçte, kimin gerçek manada ona kılavuz olacağını da düşünemez. Bunu bilemez. Buna karar veremez. Çünkü daha olgunlaşamamıştır insan. Pişmemiştir. Kendini fark etmemiştir. Kendini anlamadan başka bir mefkûrenin anlam hücrelerinde esaret yaşamaya ne hacet… O zaman hicret etmeli. Önce ruhun hicreti, sonra bedenin hicreti… Belki de bir süre bedenimizden uzakta yaşamalıydık. İnsanın bedeniyle en çok ilgilendiği zamanlardır mevcudiyetine en uzakta olduğu anlar. Giyim, kuşam, süs, bakım, yeme, içme eğer ki zirve noktadaysa bir o kadar çukurdadır anlam… Bu hastalık insanı mecbur bırakıyor yalnızlığa, tekrardan kalabalıklar arasına sağlıklı bir ruhla dönmek için.
Kitap önce ürpertiyor sizi. Aslında hep ürpertiyor. Sizi en zayıf noktamızdan yakalıyor. Yani Düşüncesizliğimizden… Sonra bizi düşünmeye davet ediyor, ölümün nezaretinde bitmek tükenmek bilmeyen tefekküre… Kendini arayışa… İnsanı anlam arayışına davet etmiyor, kolundan tutup sürükleye sürükleye götürüyor adeta…
Aslında ölmek de bir sanattır. Nasıl yaşarsak öyle ölmez miyiz? Demek ki ölmek de bir sanat... Her gün ölürüm. Yaşarım ölümün kucağımda. Yüzümde tarifsiz bir beyazlık beni çağır karanlıklara… Ve bir ses işitirim kulak zarımı delen: “Ölmek sana yakışmıyor”.(S. 169) Ölünün değil, ölümün arkasındandır bunca haykırışlar… Ölüm de bir boşluk hissi gibi sanki. Anlamsızlık yumağı… Yüzümde Ölü Beyazı sırtımda koca bir yük, ben yürürüm yol da benimle birlikte yürür…
Evet, şimdi daha iyi anlıyorum. Yalnız kalmak için önce ölmeliyim. Ölmeden önce ölmeliyim. Dirilmek için ölümü tatmalıyım. Kendim bile olmamalı yanımda. Kendimi kendimden soyutlamalıyım. Kimse kalmamalı benliğimde. Yalnız ölümün kokusu olmalı yanımda. Sonra dirilmeliyim iliklerime kadar iyice… Yalnızlığım da bana has olmalı tıpkı ölümüm gibi. Kişiye has bir yalnızlık… Farkındayım kıvama getiriyor adamı bu hastalık… ‘Aslında yalnızlık, insanın içinde bin bir çeşit cilvesiyle dolaşan ateşli bir kadın gibidir. Her gece gebe kalan ve her gün doğum yapan azgın bir dişi… S. 80’ Boy boy çocuklarım olsun yalnızlıktan, ister hayırlı ister hayırsız. Alıp kucağımda seveyim, yanı başımda büyüdüklerini göreyim hiç müdahale etmeden… Ben de büyürüm belki yalnızlığın kollarında böylece.
Susmak kolay değildir elbet! Üstelik konuşmanın insanı kendine çeken cazibesi varken. Susmalıyız bazen. Aslında çoğunlukla susmalıyız. ‘ Yüreğin alfabesi cümle kurmaya başladığında dilin alfabesine düşen görev sadece susmaktır. S.67’ Ölü Beyaz’ı bizi, hangi alfabeyi kullanıyorsak onu bir kenara bırakıp gönül alfabesini kullanmaya davet ediyor. İçimizden gelen o samimi sesin, Allah’ın içimize yerleştirdiği o özün, şifrenin (fıtratın) keşfine çağırıyor bizi.
Susmak da bir eşiktir, ölmek de. Varlığımızın kapısını anca susarak tıklatabiliriz. Ancak ölerek o kapıdan içeri girebiliriz. İşte kitap, tam da bu noktada insanın içinde yaşadığı mekânı terk etmesini arzu etmiyor, bunu emrediyor adeta. Tüm içtenliğiyle ve yanmışlığıyla... İnsanı sessizliğe davet ediyor. Tabiata davet ediyor. Ölü Beyazı’ndan ancak tabiatla kucaklaşarak kurtulabilir insan. Medeniyet diye nitelenen birçok unsurdan geçip doğanın sessiz çığlıkları içinde yaşam sürmeyi seçmek. Seçilmiş bir yalnızlık. Arzu edilen bir dert… Bile isteye çekilmiş bir ıstırap, acı. Kederi olmayan insan, gerçek manada insan mıdır ki? ‘ Yalnızlığın dipsiz kuyusunu durmadan, yorulmadan, usanmadan gece gündüz kazmaya devam ediyorum. S.70’ O zaman yalnızlığımız veli nimetimizdir. İliklerimize kadar bizi insanlaştıran, acılarımızdır. Acziyetimizi her fırsatta suratımıza bir tokat gibi çarpan, hastalıklarımızdır…
İnsan, kendi varlık alanını ihlal eden tek canlıdır belki de. Ama sürüp giden bu karmaşa ve acizliği ihlal edememe onun kaçınılmaz trajedisidir. Kendine kâinatta bir yer edinemeyen ve varlık alanında kocaman boşluklar oluşan insan, kendini başka varlıklara benzetme arzusundadır. Çareyi hep başka mecralarda arar durur. Ne kendini fark edebilir ne de ona, şah damarından daha yakın olanı… Kitap, insanın bir an önce bu sıradanlıktan, yozlaşmışlıktan, çürümüşlükten bir an önce kopması gerektiğini söyleyerek insanı ötelere davet eder... Ancak hayat, insanı dünyaya öyle sıkı bağlar ki, ondan kurtulmak, ölümün kollarına atılarak gerçekleşir anca… İnsan durmaksızın parçalanmadan, işe yaramaz unsurlardan müteşekkil bir enkaza dönüşmeden mevcudiyetini anca ölümle koruyabilir ve bunu, şuurlu ölümden sonra bilinçli bir yaşamla devam ettirebiliriz.
Belki de Ölü Beyaz’ı çağın bir hastalığı. Tedavisi hem olan hem olmayan… Hem hastalık hem değil, bir tarafı rüya öteki yanı gerçeğin ta kendisi. Çağın hastalığı; çünkü modern insana bulaşıyor. Tedavisi olan bir hastalık; çünkü tabiatla haşır neşir olarak, fıtratın sesini duyarak ve hayata hakikatin penceresinden bakarak kurtulunan bir hastalık. Tedavisi olmayan bir hastalık; çünkü aslında bir hastalık değil, sadece uyanmak için görülmesi zorunlu bir kâbus.
Aslında lafı çok da uzatmaya gerek yok. Yazar, bizlere şunu haykırıyor: İnsan yaşarken gerçeği algılayabilecek veya ona (gerçeğe) yaklaşabilecek tek canlıdır. İnsan gölgelerin peşini bırakarak ve hakikatin peşinden giderek gerçeği fark edebilir anca.
Kitap hakkında methiyeler düzmeye gerek yok. Kitabı herkesin alıp okuması da gerekmez. Zaten kitap, kendi okurunu kendisi seçecek kadar özel yazılmış. Beyazıd-ı Bistami’nin dediği gibi; ‘Arayan bulur (Aramakla bulunmaz); ancak bulanlar daima arayanlardır.
(Yeşil Mavi Dergisi)
Kaynak : haber7.com