Haşim Söylemez'in haberi
‘Biz, hiç arzu etmediğimiz bir şiddet ve çatışma girdabına kapılan, davaları için hayatlarını veya geleceklerini kaybeden, ömrünün en güzel yıllarını hücrelerde, cezaevlerinde geçiren kayıp bir kuşağın harcanmış talihsiz insanlarıyız. Bize ‘şiddet üreten militanlar' gözüyle bakanların, dürüst ve objektif davranarak öncelikle çatıştığımız ya da indirdiğimiz hasımların karanlık ve yıkıcı niyetlerine ve kullandıkları acımasız terörist metotlara bakmalarını, gerçekte şiddetin asıl mağdurlarının biz olduğumuzu görmelerini istedim. Çünkü yaşadıklarımız karşılıklıydı, biz onları ‘devrimci' oldukları için indiriyorduk, onlar da ‘faşist' olduğumuz için bizden birilerini indiriyordu.” Bu sözler ülkücü hareketin çok iyi tanıdığı isimlerden Tuncer Günay'a ait. Şimdi bir taraftan hastalığı ile mücadele eden bir yandan da yazarlık yaparak hayata tutunmaya çalışan Günay, fırtınalı yıllarda yaşadıklarını bir kitaba aktardı.
Timaş yayınlarından çıkacak ‘Kayıp Bozkurtlar' isimli kitap tartışmalara yol açacak nitelikte. Kitapta ‘cerrahlar' denilen ülkücü gençliğin nasıl kullanıldığı ve farklı düşünen ‘devrimciler' ile kaos çıkarmak için nasıl tokuşturuldukları içten bir özeleştiriyle anlatılıyor. Olaylar tamamen gerçek ve yazarın hayatından kesitler içeriyor. Bu yüzden kişi ve kurum isimleri genelde gizlenmiş.
Anı-belgesel tarzındaki kitapta birbirinden ilginç noktalar var. Günay, ülkücü hareket içinde çok iyi tanınan bir yazar. Hareketin bütün gazete ve dergilerinde terör ve terörizm üzerine yazıları, araştırmaları yayımlanmış. Ülkü Ocağı Dergisi'nin ilk evresi olan ‘Bizim Ocak'ı kuran Hacettepe Üniversitesi menşeli 20 kişi arasında yer almış. Ayrıca 1978-1980 arasındaki kavgalı dönemde ön saflarda mücadele vermiş.
Dikkat çeken yerlerden biri, 1970'li yılların sonlarından 12 Eylül darbesine kadar giden sürecin anlatıldığı bölüm. Yazar, o kanlı dönemde ülkücülerin artık çoktan unuttuğu ‘cerrahlar' denilen atak bir grup içinde yer almış. Komünist, devrimci ve bölücü örgüt mensuplarıyla yoğun çatışmalar yaşandığını örnekler vererek anlatıyor. Ülkücülerin çok değer verdiği, ‘Peygamber Ocağı' diyerek saygı duydukları Türk Silahlı Kuvvetleri'nin ihanetine nasıl uğradıklarını ileri sürüyor.
Erkan Mumcu da ‘cerrah’mış
Kamuoyunun pek bilmediği bazı gerçekler de ilk kez gün yüzüne çıkıyor. Mesela eski ANAP lideri Erkan Mumcu'nun 70'li yıllarda çok aktif bir ülkücü militanı (cerrah ekibinden) olduğunu, Yalvaç'ta komünistlere ve Doğu'dan getirtilen Apocu bölücülere karşı ön saflarda kavga verdiğini bu kitaptan öğreniyoruz. Mumcu ülkücü geçmişinden ve ideolojik kimliğinden pek bahsetmez hatta bu konular açıldığında geçiştirir. Mumcu'nun her zaman danışmanı ve özel kalemi olan Sabri Bayer'in de çok aktif bir ülkücü militan olduğunu da kitaptan öğreniyoruz. Mumcu, o yıllarda yazar Tuncer Günay ile pek çok kavgada kader birliği yapmış. Ayrıca Mumcu aslında hukukçu değil, sinema yönetmeni olmak istediği için Yücel Çakmaklı ve Natuk Baytan gibi ünlü sinemacıların yanında bir süre kamera asistanlığı yapmış.
Türk Silahlı Kuvvetleri'nin bazı subay personelinin o yıllarda aşırı sol örgütleri nasıl destekledikleri hususu, Konya Subay Orduevi komutanı bir yüzbaşı üzerinden örneklendirilmiş. Ülkücü mafya yakıştırmasının nereden geldiği, ülkücülerin bu sıfatlandırmaya nasıl itiraz ettikleri de anlatılıyor. 80'li yılların ortalarından itibaren Turgut Özal'ın açılımıyla birlikte bazı ülkücü liderlerin mafyalaşma sürecine girmiş oldukları gerçeği de ortaya konuyor.
Ülkü Ocakları içinde kirlenen ve mafyaya bulaşan unsurlarla mücadelede bilinmeyen bir ayrıntı daha ortaya çıkıyor. Merhum MHP lideri Alparslan Türkeş tarafından görevlendirilen Azmi Karamahmutoğlu'nun ocak ve parti teşkilatlarına sızan ya da buralarda üslenen mafyatik oluşumlarla ilgili gizli araştırma yaptırdığı ve bu araştırma ile hazırlanan rapor çerçevesinde temizlik başlattığı anlatılıyor. Yazar Günay, bu araştırmayı yapanın ve raporu hazırlayıp ‘Azmi Başkan'a veren kişinin kendisi olduğunu delilleriyle aktarıyor.
Aynı silah iki tarafa da verildi
Şok edecek bir bilgi hem ülkücülerde hem de devrimcilerde çıkan ‘çift adresli' aynı silahlarla ilgili. Bugün Ergenekon ve darbe lobilerinin kullandığı çift adresli silahların geçmişte de aynı mantıkla kullanıldığını kabul eden yazar, silahların çatışan iki tarafta da çıkması hususunu mercek altına alıyor: “O yıllarda dövüşmekten, afiş yapıştırmaktan, duvarlara slogan yazmaktan ve adam indirmekten iyice olgunlaşıp pişmiş olan ülkücüler ve devrimciler için, bir yerlerden silah ve mermi bulmak, bu silahı bele takıp dolaşmak hiç de zor değildi. Silah her yerde kolayca bulunabilirdi. Ortalık silah kaçakçılarıyla ve perakende satıcılarla doluydu. İsteyen herkes bir yerlerden silah bulabilir ve taşıyabilirdi. Ancak ülkücüler belinde taşısa bile, bunu canı istediği zaman teşkilat adına kullanamazdı. Bu çok katı ve kesin kurallara bağlıydı. Bir ülkücünün kendini korumak amacıyla silahlanmasına karışılmazdı. Ancak silahı bir aramada polise yakalattırırsa hukuki sonuçlarına katlanırdı. Polisin eline düşen ülkücünün teşkilat içinde çok mühim bir yeri ve değeri varsa, bu durumda ‘Hukuk Masası' devreye girer, destek ve çare arayarak elemanı kurtarmaya çalışırdı. O netameli, kan, kavga, kargaşa, kin ve nefret dolu yıllarda sağdan veya soldan yüz binlerce insan can korkusuyla silahlanmıştı. Elbette ki devrimcilerin de çok sıkı ve şöhret yapmış indirmecileri vardı. Biz en çok onların peşindeydik. Çünkü bunlar ekseriyetle illegal örgütlerin de militanıydı ve üzerlerinden silah ve örgüt belgesi çıkabiliyordu. Bulduğumuz silahlar muhtemelen devlet görevlilerine ve ülkücülere karşı kullanılan kirli, gezgin silahlardan olurdu. Biz bunu çok iyi bildiğimiz için o silahı kesinlikle ocaklara ve ülkücülere aktarmazdık. Böyle durumlarda, bir reisimizin bilgisi altında Emniyet Müdürlüğü'nün Siyasi Şubesi'ndeki güvenilir veya ülkücü polis şeflerine haber verir ve elimizde tuttuğumuz indirmeciyi silahıyla birlikte teslim ederdik. Ancak cerrah grubundan bazı arkadaşlarımız komünist eylemcilerden ele geçirdiği kirli silahları akılsızca bellerine takmıştı… Medyada yer alan ‘Adana'da yakalanan bir ülkücü militanın üzerinde ele geçirilen Beretta marka 14'lü silahın daha önce Dev-Sol örgütünün İzmir'de gerçekleştirdiği X cinayetinde kullanıldığı anlaşıldı… Beşiktaş MHP İlçe başkanını öldüren silah Ankara'da bir ülkücünün üzerinden çıktı.' şeklindeki bazı haberlerin arkasında bu gerçekler vardı. Elbette ki Gladyo, Ergenekon veya cunta çetelerinin, sağ-sol çatışmalarını tırmandırmak için aynı silahları önce bir tarafa sonra da onlardan alıp karşı tarafa vermiş olduğu ihtimali yüksektir ve yargıya da yansımıştır.”
Şimdiye kadar ülkücüler kendileri hakkında pek çok kitap yazdı ama hiçbiri onların sosyal hayatını, kavgasını, acısını objektif bir şekilde anlatmadı. 1970'li yılların ülkücülerinde çok dikkat çeken bir husus, çatışmaların ön sıralarında yer alan militanlar arasında kanser ve verem vakalarının çok yaygın olmasıdır. Bunun sebebi büyük ölçüde 12 Eylül yönetiminin işkenceli zindanlarında yıllarca kalmaları ve ağır travmatik çöküş yaşamalarıydı. Kitapta bu konuda hayat hikâyelerinden yola çıkılarak geniş anlatımlara yer veriliyor. Zaten kitabın adı bu nedenle ‘Kayıp Bozkurtlar' olmuş.
Çünkü bunlar bir dönem kullanılmış, daha sonra kaderlerine terk edilmiş kişilerdi. Aynı zamanda vefasızlığın en çarpıcı örneğini yazarın arkadaşlarının hayatını anlatırken öğreniyoruz. Mesela ülkücülerin en bilinen sembol isimlerinden Ferhat Tüysüz, cezaevinden çıkar çıkmaz akciğer kanserinden ölüyor. Ünlü tiyatro ve sinemacı Ensar Kılınç, 5 ay önce 55 yaşında karaciğer kanserinden öldü. Yazarın kendisi ve birçok arkadaşı da halen kanser tedavisi görüyor.
(Aksiyon)
Kaynak : haber7.com