Tarih: 30.06.2011 07:36

Halk iradesini darbeye âlet etmek

Facebook Twitter Linked-in

     İster iktidar partisine isterse muhalefet partisine mensup olsun,  bir milletvekilinin ağzından genellikle “yüce Meclis”, “yüce Meclis’in değerli üyeleri” gibi ifadelerin çıktığına alışkın olan vatandaş, televizyon haberlerinde milletvekili olarak tanıtılan birinin  “Meclisiniz yere batsın sizin” diye bağırmasını izleyince ne düşünmüştür acaba?

     Aynı zamanda Radikal gazetesinde yazan bu kişi (Sırrı Süreyya Önder), BDP’nin desteğiyle milletvekili seçildikten sonra bazı BDP’li arkadaşlarının yargı engeline takılması sonucunda izinsiz gösteri yapıp polisin sert muamelesine maruz kalmış olabilir. Ama bu onun “…alın lan canımızı…Gelin lan, ölümden öteye köy var mı?” gibi  kaba ve her türlü teamülü çiğneyen sözler sarf etmesini mazur göstermez. 

     Aynı kişinin, Cumhurbaşkanı’na, “çağır sen kolluk kuvvetlerini, 'ne lan bu, ne bu şiddet' diye onlara sor…”,  şeklinde bir üslupla hitap etmesi, sonuçta, siyaseti yozlaştırıcı olduğu kadar, halk iradesine ve onun tecelli yeri olan Meclis’e güveni ve saygıyı sarsıcı bir etki yaratır.

       Önce kurumlara ve genel kabul görmüş kurallara saygı esastır. Bunlara yönelik herhangi bir değiştirme işleminin de yolu bellidir. Aksi halde, teamüllere uygun, halk iradesine dayalı bir demokrasi değil, yıkıcı kaos hâkim olur ülkede.

      Alternatif darbe girişimi

      Buna izin verilemez. Çünkü bu bir anlamda demokrasiye yönelik darbe girişimi sayılır. Halk iradesini istismar eden bir cins darbe girişimi.

       Son dönemde Türkiye’de demokrasiye yönelik darbe girişimleri iki biçimde kendini gösteriyor. Biri Ergenekon sanıkları ile bağlantılı olarak, diğeri BDP destekli sözde bağımsız milletvekili eylemleriyle. Birincisinde askerî müdahaleye zemin hazırlanarak demokrasinin askıya alınmasının planlandığı iddiasıyla karşılaşıyoruz, diğerinde kişisel müdahalelerle Millet Meclisi’nin itibarsızlaştırılmasına yol açılıyor.

Örneğin, BDP milletvekili Aysel Tuğluk’un, “Biz kendimizi Kürt sorununun çözümünde yegâne karar mercii olarak görmüyoruz. İmralı’dan gelecek karar bizim için doğrudan belirleyici olur”, şeklindeki sözleri… Burada halkın iradesinden eser yok, ama İmralı’nın iradesi her şeyin üzerinde. Hâlbuki orası kendini kurtarma çabasında. Kürt sorunu bu noktaya indirgenmiş görünüyor BDP ve PKK cephesinde.

      Diğer yandan, Ergenekon sanıklarının siyasete aday gösterilmesi, Ergenekon’dan adam kaçırma teşebbüsü olarak değerlendirilemez mi? Şimdi mahkemenin (sözü edilen kişilerin tutukluluk hallerinin devam etmesi yönünde) oybirliğiyle aldığı karar da aslında bu yorumu güçlendiriyor. Daha önceki bir yazıda bu konuya değinmiştik.

    Yargılama süreci devam ederken birinin milletvekili seçtirilmesi, hukukun ruhuna ne derecede uygundur? Milletvekili seçilen kişiyi kim seçmiştir? Millet mi yoksa parti genel başkanı mı? (Ya da örgüt mü?)

  O kişi milletvekili unvanını aldıktan sonra yargılanması sürecek mi? Yoksa dokunulmazlıktan dolayı yargılanmayacak mı? Bu durumda yargılanmada eşitliksizlik olmayacak mı?

       Hukuk her sorunu çözemez

       Bu konulardaki hukukî tartışmalardan daha önemlisi, ahlâkî tavırdır. Siyasî etik açısından, darbe zanlısı kişilerin siyaset için aday gösterilmesinin yanlışlığıdır.  Böylesi bir yanlışlık, başka bir deyişle, siyasî etik hatası, yol olmamalıdır. Bir bataklığa düşenin kurtarılması esnasında batağa saplanma tehlikesi büyüktür. Şimdi söz konusu tutukluların milletvekili seçtirilmesinden sonra karşılaşılan duruma hukukî çözüm aranılırken de benzer bir tehlike mevcuttur. Kim, ne zaman hukuku siyasî amaçlara âlet edecek? Ya da içine düşülen sorundan hukuk aracılığıyla çıkmaya çalışacak? Bu, hukukun da zarar görmesini beraberinde getirir. Hukuk, masal dünyasında olduğu gibi her derdi iyileştiren sihirli bir değnek değildir. İlk adım yanlış ise, onu düzeltecek hukuk her zaman tartışma yaratır. Bu bakımdan, meseleyi salt hukuk zemininde tartışmanın hiçbir anlamı ve faydası olmaz.

       Federal Almanya Cumhuriyeti, Birinci Dünya Savaşı ertesinde kurulan Weimar Cumhuriyeti döneminde hukukun kötüye kullanılması sonucunda yaşanan tecrübelerden ders çıkararak, demokrasinin kendini savunup korumasını öngören yeni bir hukukî düzenlemeyi tercih etmişti. Buna göre,  gerçek demokrasi ile bağdaşmayan tutum ve eylemlere, bunu gerçekleştirecek siyasal partilere izin verilmez. Demokrasinin kendini savunma refleksi olmalıdır.

      Burada göstermelik halk iradesi ve hakkaniyetten yoksun yasalardan çok, özümsenmiş bir demokrasi kültürüne gereksinim vardır. Böyle bir kültürle biçimlenmiş halk iradesinin zaten manipüle edilmesi söz konusu olmaz.

     “PKK eşittir Kürt isyanı” değil

   Bir gazeteci, terör örgütü PKK’yı “Kürt isyanı” ile eşdeğer göstermeye çalıştı. Hayır, öyle değil mesele. “PKK eşittir Kürt isyanı” değil! Meseleyi İmralı Suçlusu’nu kurtarmaya doğru yönlendirmek, gazetecilikle bağdaşmaz. İşin çığırından çıkmasına ortam hazırlamaktır bu. En iyimser ifadeyle söyleyecek olursak, Türkiye’deki Kürt gerçeğini tanımamaktır. Kürtleri PKK’nın yerine koymak, bu ülkenin sosyolojik gerçekliğini inkâr sayılır. Barış böyle olmaz.

    Krizin sorumlusu AK Parti değil

   “Ortaya çıkan barış ihtimalini kaçırmanın tarihsel sorumluluğu”nu AK Partiye yüklemenin mantığı yok. Toplumsal barış için önce Millet Meclisi’nde bir araya gelmek lâzım. Bunu reddederek, BDP grup toplantısını Diyarbakır’da gerçekleştirip mücadelenin sürdürüleceğini ifade etmek, barış için niyet beyanı sayılmaz, buna yönelik bir fikir serdetmekten de çok uzaktır. Burada, “hangi barış?” sorusu akla gelir. Bazı gazetecilerin son zamanlarda PKK söylemini Türkiye’nin siyasî hayatına taşıyarak, İmralı Suçlusu’nun ence ev hapsi, sonra da serbest bırakılması yönünde öneriler getirmesinden anlaşılıyor ki, düşünülen “barış” on binlerce şehit ailesinin rızası ve kamu vicdanı hiçe sayılarak, siyasî iradenin af çıkarmasını gerektirecek. Ama bu yol, barışı getirmez bu ülkeye. Olsa olsa ödün vermek olur bunun adı. Kamplaşmayı daha da artırır. Bu yönde hassasiyetleri yükseltmenin çözüme değil, gerginliğe hizmet edeceği bilinmelidir. Birilerine şirin görünmek uğruna,  kabul olmayacak duaya âmin denilmemeli. Türkiye gerçekliği kaldırmaz böylesi hakkaniyetsizliği.

     Türkiye’de halk 12 Haziran seçiminde sözünü söyledi. Meclis’te partiler yeni bir anayasa için sorumluluk üstlenmiş oldu.  Halk iradesi bunu emrediyor. Şimdi yemin törenine katılmayarak, bu sorumluluktan kaçmak, halk iradesine aykırı davranmak demektir. Sorunun çözüm yeri TBMM’dir.

     Ancak, burada şunu da belirtmekte yarar görüyoruz: Ergenekon davasından tutuklu iken siyasal parti listelerinden milletvekili seçtirilmiş kişilerin salıverilmesi için yapılacak bir yasal düzenlemenin iki bakımdan sakıncası olur. Bir sefer bu, şahsa özel olacağından, hukukun eşitlik ilkesine uymaz. İkincisi ve daha da tehlikelisi, ileriki dönemlerde bu kapının, ağır suç ve tehdit içeren eylemlerden yargılanan/yargılanabilecek olan kişilerin olası bir seçilmişlik durumunda da açık olacağıdır. Böyle bir yol, yargıdan adam kaçırma yoluna dönüşebilir. Yargının kendi işleyiş düzenine siyasî müdahale doğru değildir. Bu aşamada hem hukukî sürecin işleyişini zorlaştırıcı, hem de özümsenmiş demokrasi kültürünün gelişmesini engelleyici tutum ve davranıştan sakınmak, herkese düşen bir görev olmalı.

Prof. Dr. İbrahim S. Canbolat - Haber 7icanbol@hotmail.com

Kaynak : haber7.com




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —