İfade vermek için gönüllülerdi, 3 yıl beklediler sonra birdenbire gözaltılar çıktı. Almanya'daki itirafçı 'yalan itiraf'ta bulunduğunu açıkladı. Uluslararası hukuk ilkesi de çiğnendi.
Özlem Albayrak'ın yazısı
Deniz FeneriRTÜK üyesi Zahid Akman, Kanal 7 Yönetim Kurulu Başkanı Zekeriya Karaman, Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Çelik ve Genel Müdür Yardımcısı İsmail Karahan'ın tutuklanması muhafazakar medyada ciddi bir şaşkınlığa yol açtı.
Çünkü bu isimlerin ifade vermek için daha önce avukatları aracılığıyla defaatle savcılığa dilekçe vererek başvuruda bulundukları halde, şimdiye dek kendilerini savunmalarına izin verilmemesi, ancak 3 yıl sonra 'yakalanarak gözaltı' kararı çıkması garip gözüküyor.
Zaten, Deniz Feneri e.V. davasının başlangıcına neden olan mektubu yazan Abdurrahman Vural'ın kendisine Alman makamlarının baskı yaptığını ve işkence uyguladığını açıklaması, 'ne söyledilerse kabul ettim' şeklinde konuşması da, Almanya'da başlayan bu davayla ilgili soru işaretleri oluşturmuştu.
Kanal 7 Haber Saati'nde konuyu yorumlayan Fehmi Koru, 1997 yılında aynı mahkemenin Tansu Çiller'i uyuşturucu kaçakçılığına bulaştırmak istediğini ve 28 Şubat'a giden süreçte bu iddiaların kullanıldığını söyledi.
Koru'nun 'O dönem Türkiye'deki bir medya grubu' diye ifade ettiği, ama hepimizin Doğan Medyası olduğunu bildiğimiz grubun, Tansu Çiller'le kavgalı olduğunu hatırlatması da, zaten 'bu işte bir iş var' diye düşünen muhafazakar kesimden kalemleri iyice işkillendirdi.
Çünkü 'öteki dünya' diye bir algısı, bir inancı olmayanlar bilmeyebilir, ama bu alemin raconunda 'yardım parasına' dokunmak yazmaz. Hak ile batılın birbirinden ayrılacağı, tüm eyleyicilerin eylediklerinin hesabının ruz-i mahşerde kalem kalem sorulacağını bilenler; hele de yetimin, dulun, açın, yoksulun hakkına göz koymaz.
Ergenekon'dan yatan gazeteciler sözkonusu olduğunda, 'basın özgürlüğü' diye ortalığı inleten Doğan Medyası'nın, Kanal 7'den isimlerin aynen Ergenekon'da olduğu gibi 'gazetecilik dışı kriminal bir faaliyet' dolayısıyla tutuklanması karşısında ya susması ya da Kana 7'cileri suçlaması, yıllardır süren Doğan medyası çiftestandardının artık standart bir kanıtıdır tabiî, o ayrı. Geçelim.
Muhafazakar yazarlar ise, tanıdıkları bildikleri bu isimlerin muhafazakar camiada 'aşağının da aşağısı' kategorisinde değerlendirilen yoksulun hakkına göz koyma suçunun failleri olamayacaklarına dair tanıklıklarını paylaştılar, paylaşıyorlar.
Aynı camianın içinde olan insanlarız, elbette Zekeriya Karaman ve Mustafa Çelik gibi medya yöneticilerini ben de tanırım ama öyle uzun boylu kişisel tanıklıklardan ziyade, sistemin mütedeyyin vatandaşı neden 'çalıyı dolaşmak' zorunda bıraktığından sözetmeyi daha anlamlı buluyorum.
Bu ülkenin rejimi son 10 yıla kadar kendine dindar diyen ve dindarlığının gösterenlerini az ya da çok üstünde taşıyan, kamusal alanda görünür kılan tek bir vatandaşına; ne sermaye, ne eğitim ne de bürokrasi alanlarında geçit vermiştir.
Öylesine habersizdir ki, bu vesayet uzantıları 'inanmak' ediminin niteliğinden; cami cemaatinin namazına 'toplu eylem' muamelesi çekmiş, gümüş yüzüklüye cadı avı başlatmış, Allah'ın adını ağzına alanın bürokraside yükselmesinin önünü kesmiştir. Pantolonlarının diz izlerinden namaz kıldığı anlaşılan subaylar ordudan şutlanmış, çocuklarını yurtdışında okutanlar hep laikler arasından çıkmıştır.
Bugün bile hala Ankara'da, sabah namazına kalktığı halde ışıkları yakmadan, ses çıkarmadan, muslukları açmadan akşamdan bir kaba koyulmuş suyla abdest alıp namazını kılan Cumhuriyet Savcıları var diyeyim, cadı avının boyutlarını siz anlayın.
Vesayetçilere göre, dindarların hepsi köylüdür ve daima öyle kalmalıdır. Başörtüsü yasaklarında müşahede ettiğimiz üzere dindarın şehirlisine asla tahammül gösterilmeyecektir. Düşünün 2000'li yıllara dek, ticaret yapan, parası olan ama aynı zamanda dindar olduğunu bildiğiniz bir işadamı hatırlıyor musunuz?
Hatırlamazsınız, çünkü göğsünü gere gere 'hem dindarım hem zengin' diyecek babayiğit çıkmazdı, çıksa bile hemen başı ezilirdi. Bugünün sermaye sahibi dindarlar arasındaki 'dindarlığını gösterme' arzusunun bir nedenini de bu bastırılmışlığa bağlıyorum bendeniz. Neyse...
Diyeceğim şu o efsane doğruysa bile, yani Kanal 7 dindar hayırseverlerin eşlerinin bileziklerini satarak kurulmasına katkıda bulundukları bir televizyonsa bile, bunun kabahati, ne makbuz, belge istemeden bağış yapan o mütedeyyin insanlarda, ne de o dönem -belki- yardımları kayıtsız toplayanlardadır.
Kabahat dindar insanları daima saklanmak zorunda bırakmış sistemin ta kendisindedir. Yani, gelirler belgelendirilmediyse bile, o gelirlerin belgelendirilmemiş olması, cebe atıldıkları anlamına gelmeyebilir. –Öyleyse bile- Kayıtdışı yollar, her zaman ahlaksızlık içermeyebilir.
Üstelik Deniz Feneri'nin adaletine bizzat şahidim. Yardım isteyen yoksul bir okurum için derneğin yetkilileriyle görüştüğümde, kendilerinin bizzat gidip yerinde görmesi, yardıma ihtiyacı olup olmadığını tespit etmeleri gerektiğini söylemişlerdi bana. Bu hassasiyet memnuniyet vericiydi.
Bilen bilir, bendeniz Ülke TV'de Sohbet Pazarı isimli bir program yapıyorum ama yine bilen bilir, bu yazının sebebi birilerini temize çekmek değildir. Çünkü hem astronomi bilgini değilim, hem de bugüne kadar adalet duygumla geldim. Ve adalet duygum da bana Mustafa Çelik, Zekeriya Karaman gibi insanların harama el uzatmayacaklarını söylüyor. Hele de hayırseverlerin emaneti...
Ergenekon tutuklularına yapıldığı gibi 'biz hukuktan iyi biliriz, derhal salıverilsinler' demiyorum elbette. Suçsuz olduklarını düşünüyorum, inşallah haklı çıkarım, diyorum.
Kaynak : haber7.com
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.