Ünlü Mimar Doğan Kuban, biri çarşaflı diğeri marka giyinmiş masum ve samimi görünüşlü bulduğu iki genci görünce bakın neler hissetti, neyi merak etti ve neler yazdı!
Curcuna
Kökeni bir ses benzetmesi olan ‘cur, cır’dan gelen bu sözcük gürültü, karmaşıklık, şamata anlamına gelir. Burada düşünce kargaşası anlamında kullanılmıştır.
Türk toplumunun temel sorunu, eleştiri yapmamaktan öte, özeleştiri yapmamak. Kendi düşündüğünü, söylediğini ve yaptığını, beğenilen ve başarılan bir iş bile olsa, bir zaman sonra, yeniden ele alıp ‘acaba başka türlü yapsaydım, daha iyi olur muydu?’ diyen insanlar yaşıyor mu içimizde?
Bir çift gördüm. Genç bir adam kot pantolonlu, deri ceketli, spor ayakkabılı, hafif sakal tıraşlı, saçları ensede yığılmış, kıvırcık ve briyantinli, yüzündeki okumamışlık ve kabadayılık ifadesi dışında, modern, modaya uygun boylu, poslu bir genç adam. Yanında nişanlısı olduğunu düşündüğüm bir genç kız. Yüzü oldukça örtülü olduğu için herhangi bir gözlem yapamadım; en eski ve modası geçmiş bir siyah çarşafa bürünmüş, önümüzden yürüdüler. Yaşamlarını tehdit eden otomobil canavarlarından korkmadan ya da genç çiftlerin dünyayı unutmuş doğal tavırları ile kaldırımdan değil asfalt yoldan yürüdüler. Durum biraz zorlanınca tekrar kaldırıma döndüler.
Ne erkeğe, ne kıza ne de kaldırım yerine araç yolundan gitmelerine şaşırmadım. Alışmaya başladığımız olgular. Fakat bu çifti güncel bir perspektif içinde davranışsal olarak değerlendirmeye çalıştım. Çünkü erkek uluslararası Avrupa ya da Amerikan markalı bir tipolojiye uyuyordu. Beyninin kendine ilişkin bölümündeki örnek dışarıdan ithal edilmişti. Fakat beyninin kadına ilişkin bölümünde bir ortaçağ imgesine karşı çıkacak bir çağdaşlık birikimi yoktu.
Bu değerlendirme, bazı koşullarda, yanlış da olabilir. Genç adam genç kızı beğenmiş ve sevmiş olabilir. Kızın ailesi tutucu olabilir. Kızlarının çarşaf giymesini isteyebilir. Genç kız evin koşullarına henüz karşı çıkmamaktadır. Burada çelişkili gibi gözüken çarşaftan çıkamayan kızın nişanlısı ile sokağa çıkma cesareti göstermesidir. Eskiden tutucu bir aile buna da izin vermezdi. Eğer vermişse genç kız özgürlük evriminde bir basamak atlamış sayılabilir.
Fakat benim aklımda olan sorun bu değildi. Marka kılıklı genç kendisiyle yanındaki genç kızın kıyafeti arasındaki uyuşmazlıktan haberli miydi? Bu estetik ve davranışsal çelişki onun bilinçlendirdiği bir durum muydu? Yoksa farkına varmıyor muydu? Eğer farkında ise çelişik hisler içinde yaşıyor muydu? Yoksa bu ona dayatılmış mıydı? Eğer farkında değilse giysiye karşı bu vurdumduymaz tavır, yaşamının başka bölümlerinde de aynı mıydı? Yoksa her durum kendi içinde mi değerleniyordu? Eğer yaşam böyle parça parça, aralarında uyum olmayan çekmecelere yerleşmişse bu genç adamın psikolojisi sağlıklı olabilir miydi?
Genç kızın giysisi ailenin dayatması değil, kendisinin doğal kabul ettiği bir giyinme türü ise bunu okulda yapamayacağına göre, okul döneminden sonra edinmiş olmalıydı. Bu birtakım hipotezler geliştirmemizi gerektiriyordu:
Aile okulun dayattığı giyinme üslubunu, okul bitince dışlamıştı. Bu durumda genç kız nasıl bir psikolojik değişim geçirecekti? Toplumsal geleneksel baskı ile bürokratik politik baskı karşıtlaşırsa biz bir şizofren mi yetiştiriyorduk?
TÜRBANLI ÇARŞAFI NASIL GÖRÜR?
Ne var ki çelişki sadece burada değildi. Çarşaf toplumun büyük kesiminde de yaygın değildi. Sokakta, araçta, çarşıda, markette de yaygın değildi. Çarşaflılar türbanlıları da dine karşı mı görüyorlardı? O zaman türbanlılar onları nasıl görüyordu? Çarşaf televizyon ekranlarında da yoktu. Dergi sayfalarında da yoktu. Aslında çarşaf, türbanını aksine politikacının dilinde de yoktu.
Biz bu gençler el ele tutuşmasalar da (oysa türbanlıda çok doğal ve yaygın bir tavır) kuşkusuz birbirlerine değer veriyorlar, birbirlerini de seviyorlardı. Bu bir anlaşmalı durum da olamazdı. Davranışları öyle değildi. Bu sadece erkeğin düşüncesini değil, kadın düşüncesini de irdelemeyi gerektiren bir toplumsal durum.
Akla gelen bir soru şu: Çarşaflı kız, erkeğin özgürlüğünü kendisininki ile karşılaştırıp sorgulamıyor muydu? Onun kafasında çözülmesi gereken bir çelişki yok muydu? Dünyayı televizyon aynasından seyredip, çarşaflı görüntü pek görmediği zaman kendisini dışlanmış mı hissediyordu, yoksa ayrıcalıklı mı hissediyordu? Bu farklılığın bilincine varmışsa bu onun kimliğini olumlu mu, olumsuz mu etkiliyordu? Yoksa bu genç kız Lord Byron’un günlüklerinde yazdığı gibi hiçbir zaman ‘soru sormayan bir Müslüman’ mıydı?
Değerlendirmenin bu aşamasına gelince başka bir gerçeğe yaklaştığımı hissedip hafifçe irkildim. Byron’un notunu o sırada okuduğum bir kitapta görmüştüm. Soru şuydu: Bir toplum nasıl davranırsa davransın, eğer özeleştiri geleneğine sahip değilse, içine düştüğü, ya da içinde yaşadığı çelişkileri sorgular mı? Düşündüğü, karar verdiği ya da konuştuğu zaman, sonradan kendini sorgular mı? Bunları düşününce, Batı markalı, top enseli genç adamla, çarşaflı genç kızı sorgulamaktan vazgeçip toplumun eli kalem tutanlarını düşünmeye başladım.
Bunların bir bölümünün söylediklerini kulakları işitmiyor. Sorgu, analiz, özeleştiri söz konusu değil. Ezberledikleri bir ödevi yerine getirmek için yazıyorlar. Otomobilli, uçaklı, cep telefonlu ve internet siteli Osmanlılar var. Ömründe camiye ayak basmamış din partisi taraftarları var. Vaktiyle solculuğu bir rozet gibi ceketine takıp, ceketi çıkardıktan sonra liberal kapitalist olanlar var...
Hiç ağzını açıp bir şey tartışmadığı için eleştirinin ne olduğunu hiç öğrenmemiş, ya da unutmuş olanlar var. Hiçbir eleştiri kabul etmediği için her yaptığı yanlış olanlar var. Kuşkusuz her yaptığı yanlış olduğu için eleştiri kabul etmeyenler de var. Türk toplumunun temel sorunu, eleştiri yapmamaktan öte, özeleştiri yapmamak. Kendi düşündüğünü, söylediğini ve yaptığını, beğenilen ve başarılan bir iş bile olsa, bir zaman sonra, yeniden ele alıp “acaba başka türlü yapsaydım, daha iyi olur muydu?’ diyen insanlar yaşıyor mu içimizde?
YANIT ARAMAK ENTELEKTÜEL BİR UĞRAŞ
Bu kadar soru işaretli bir yazı bile okuyuculara can sıkıcı gelebilir. Soruya yanıt aramak bir uğraş. Üstelik entelektüel bir uğraş. Kendi kendini eleştirmek ise daha da zor. Çünkü eskiden doğru kabul ettiğin düşüncelerin temellerini yeniden sorgulamak gerek.
‘Varsın öyle kalsınlar’ demek daha kolay. Hiçbir çaba da gerektirmiyor. Özeleştirisiz bir adam donmuş bir adam, toplum da donmuş bir toplumdur. Ne var ki sorgulanmadan düzelen hiçbir şey yoktur. Bozuk düzenin kaosa dönüşmesi sorgulanmadan yığılan sorunlardan kaynaklanır. Bu bozuk bir kanalizasyonun giderek daha çok tıkanması ve sonunda pis kokuların etrafı sarması gibidir. Bence genç adamla çarşaflı nişanlısının masum, sorgusuz bir davranışları vardı. Ama toplum tiyatrosu o denli masum olamıyor. Çünkü orada şikâyet etmeyen onlarca milyon insanın bilinçaltına atılmış, kartopu gibi büyüyen, yanıt veremedikleri yaşamsal çelişkiler var.
Doğan Kuban - Cumhuriyet
(Bu Yazı Cumhuriyet gazetesinin 12 Ağustos Cuma günü ek olarak verdiği Bilim Teknik ekinin Kültür köşesinde yayınlanmıştır...)
Kaynak : haber7.com
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.