Tarih: 10.10.2011 09:47

İmamet ve Marifete Dair

Facebook Twitter Linked-in

Türkiye’de tesettür konusunun yorumu  “Devlet,” hükümet ve Cemaat arasında sıkıştı kaldı. Cami imamları zaten “içtihat” hakkına sahip değildirler. Cami imamları ya İmam-Hatip Lisesinden mezundur ya da klasik medrese usulü ders veren yerlerden mezun olmuş, ara sınavları verip imam olmuştur.

Öte yandan, Batı da Kilise papazlarının tamamı en az fakülte mezunu olur. Üstelik yüzde yüze yakını yüksek lisans ve/ya doktora eğitimi almıştır. Doktoraları bittikten sonra da okumaya, araştırmaya devam ederler.

Üstelik Kilise tek geçim kaynakları da değildir. Misyoner ruhuyla yetiştikleri için de misyon hedefleri doğrultusunda başka dinlerin tarihini, gidecekleri yerin dilini ve kültürünü öğrenirler. Orta Asya ve Türkiye’de böylesine donanımlı Kilise mensupları cirit atmaktadır.

Lakin Türkiye’de lise mezunu imam-hatipler liseden mezun olduktan sonra okumaya imkân ve zaman bulamazlar. Zaten bütün ilimleri yutmuş olurlar. Camilerde İmam-Hatip Lisesi okuduktan başka bir vasfı olmayan imamlar körkütük tarih bilgisiyle Ekmek Teknesi’ndeki “Herodot Cevdet” edası ile tarih mugalâtası ve “şairin dediği gibi” türden vesikalandırdığı ahlak örneklerini aktarır. Arada sekr halinde siyasetçi kesilir, arada zikir halinde bohçalara sarılan “gerçekleri” yine sandukadan çıkan sözlerle aktarır.

Dolayısıyla, İHL mezunu imam, muhafazakâr kesimin hem “din âlimi,” siyaset bilimcisi, edebiyatçısı hem de tarihçisi olarak rehberlik eder. Hayatü s-Sahabe ve Safahat’ın dahi tamamını bilmelerine gerek kalmadan, biriyle Saadet Asrı’nı diğeriyle de Osmanlı-Cumhuriyet dönemindeki “müşahhas” fazilet abidelerini inşa eder.

“Şairin biri” her zaman Mehmet Akif’tir; Arada bir Necip Fazıldan mısralar da imdada yetişir. O anlattıkça dinleyenleri gözünde o dönemlerde yaşayan herkes birden  “Ashap” olur ve dokunulmaz olur. Osmanlı Akif’lerden ibaret olur. Ve bırakın ayaklarını, “onların ayakkabılarının bağcıklarındaki toz kadar bile olamayan” cami cemaatine zaten ulaşılmaz uzaklıktadır.

O tartışılmazları aktardıkça, kendisi de tartışılmazlar arasına girmeye başlar. İmamlar arasında İlahiyat Fakültesi mezunları yok denecek kadar azdır. Başka bir şey yapamadığı için imamlık yapan imamlarımız da çoktur. İlahiyat Fakültesi mezunlarının büyük kısmı “Din ve Ahlak Kültürü” dersi vermeye ya da Diyanet bünyesinde müftülüğe terfi ederler.

İlahiyat Fakültesi mezunlarının bir kısmı din felsefesi (ve/ya akait) dersleri öğreten hocalarına şüpheyle bakar. Diğer dinlerden haberdar olmak rahatsız eder. Hatta itikadi mezhepler olan Matüridi ve Eş'ari arasında bocalar. Sünni geleneğe en bağlı oldukları noktada sünnetin ve ayetin adalet kantarını kaçırma eğilimleri vardır. Derin felsefi konulara girdikçe hocalarının imanlarından şüphe edenler de vardır. Ameli mezheplerin aslında dörtten ibaret olmadığını, bir dönem sadece bir değil, üç halife olduğunu öğrendikçe şaşkınlıklar yaşar. Ama yine de o “hilafetin neden kaldırıldığını” sorgulamakla yetirir.

Bir kısmı, fıkıh konularını öğrendikçe, evlenme boşanma konularında bir rahatlık içine girer ve “liberal müçtehit” olurlar. Bir kısmı da abdestinden, cemaatle ilişkilerine kadar dikkatli, Kuran okumaları karşılığında para talep etmek bir yana, teklifinden bile uzak durmayı, devletten aldığı düşük maaş ve cemaatten gördüğü saygıya rağmen şiar edinirler. Bu arada içten mesleki ve ekonomik açıdan içten içe “ezik” hissetmeleri devam eder. Bu eziklik cami cemaatiyle karşılaştığı zamanlarda azalır, hafifler.  “Allah ayetlerini az pahaya” satmazlar. Kıt kanaat geçinmelerinde tevekkülleri ve onurları vardır.

Yani, sahadaki imamlar toplumun ortalamalarının ne daha altında ne üstünde olan insanlar değildir. Üste doğru olan farklar bireysel olan farklardır. Hani “sıra dışı” dedikleri türden… Bir kısmı imam da Kenzü l-Havas türü kitaplardan aldığı ilhamla, kocası ve karısıyla arası bozuk olanlara yardımcı olurlar.

Cemaatin imamlarla ilişkisi de ihtiyaçları oranında ve temel insani meselelerdedir: imam nikâhı,  doğum, ölüm, cenaze vb. Nadiren istediği bilgiler de zaten kendi işine gelirse kabullendiği, gelmezse zamanın şartlarına veya “Daru l-harp” nizamına göre uyarladığı “tavsiye hükmünde” fıkhî hükümlerdir. En iyi bildiği hadis genelde “namazların ve hutbelerin” kısa tutulması gerektiğini vaaz eden hadistir. Ancak Bayram namazlarında ve teravih namazlarında daha sabırlıdırlar. “Sezonun ruhu” olsa gerek…

En bilgisiz imam bile Kurandaki sık iktibas edilen ayetleri en azından mealen bilir. Ama Kuran meallerinde her nedense bir sansürleme ihtiyacı duyulur. Mesela sure adları hemen hiç tercüme edilmez Türkçeye. (İngilizce tercümelerde bu sorun yoktur.) Yani Allah’ın ve Resulünün ve Ashabın normal gördüğü sure adları ve ayetlerde geçen kim konular, hani olur ya okuyanlar çıkarsa onları “korumak” için sansür edilir.

Yani Allah’ın ayetlerinden inananlar korunmuş olurlar! Hadi mesela Yasin Suresini anladık tercüme etmezler de. “Bakara” inek demektir, “ankebut” örümcek deyince Kitabın kutsallığı mı zedelenir hâşâ! Dahası zaten Türkiye’de Kuran meali okunması hala bazı kesimlerde sakınılması gereken bir tabu gibidir. Çünkü Kur’anı mealinden okumakla Kur’andan akait ve fıkıh kuralları çıkarmak karıştırılan bir konudur. Sanki birileri Kur’an için kendileri dekoderlik yapmak niyetindedirler. Bunun akabinde bir de Kur’anı matematiksel şifrelere indirgeyen, “apaçık” olan kitabı Kabala geleneğindeki gibi anlamlar yükleme seferberlikleri çıktı. 

Ne demek lazım bilmem, ama “ey iman edenler, iman ediniz!” yeterli olur sanırım.Metin Boşnak / Haber 7mbosnak@metinbosnak.com

Kaynak : haber7.com




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —