Tarih: 01.01.0001 00:00 220

Esayan: Çocukları yatılıya göndermek saçmalık

Jerusalem, Markar Esayan'ın yeni kitabı. Esayan yeni kitabında küçük bir çocuğun çığlığını ortaya çıkarıyor. Esayan yatılı okullara karşı çıkıyor ve ilginç saptamalarda bulunuyor.

Esayan: Çocukları yatılıya göndermek saçmalık
VİDEO İÇİN TIKLAYIN

Seher Kadıoğlu'nun röportajıJerusalem

Arkasını dönmüş bir çocuk duruyordu afişteki resimde. Koşar adımlarla geçerken, az kalsın, ıskalayacaktım; küsmüştü; söyleyecekleri olmalıydı. Çok susmuştu, kırgın mıydı? O çocuğun içine bakmalıydım, bırakamazdım, orada bekliyordu; belki çocukluğuma ait benzer kırıntılar taşıyordu düşlerinde. Yazarıyla tanıştırdı sonra o çocuk; kendisi gibi kırılgan, hassas, ince düşünceli…Ve kim olduğundan hiç bahsetmedik çocuğun…

ÖNCE CENNETTEN DÜŞÜYORUZ

-Okurun duygusal zekâ gelişimine katkıda bulunacağına inandığım Jerusalem’i, yazdıran, kaleminizi tetikleyen, güçlü bir çıkış noktası ararken şu satırlarda durdum:

“Annemin kokusunu son bir kez içime çekiyorum. Son aldığım nefes bu olsun istiyorum. O koku, duyduğum, hatırladığım, son şey olsun. Zaman dursun ve ben o koku içinde sızıp gideyim. Öyle hissediyorum ki o da en az benim kadar korkuyor. Sanki beni karnına sokmak ister gibi. O kadar isterdim ki onun karnına tekrar girebilmeyi! Orada kimse bize ilişemez çünkü.”

Romanın temel duygusu budur. İnsan bir sürgün varlığıdır; önce Cennet’ten sonra annemizin karnından düşeriz Dünya’ya. Cümlelere dökmesek de her zaman o güvenli yerlere yönelik dönme eğilimimiz vardır. Bu yüzden, anne ve çocuk ilişkisi, çok özeldir; bir yandan da, en iyi, en ideal yaşanmış halleriyle bile çok yıkıcıdır. Rahimden dünyaya düştüğümüzde hissettiğiniz korku, hayatta nasıl bir insan olacağımız, bu korkuları nasıl göğüsleyeceğimiz, hep anneyle ilintilidir. Doğumdan sonra, anne sütünden kesilmek ikinci büyük travmadır; zordur ve herkesin başına gelir; ayni roman kahramanında olduğu gibi anneyi paylaşan başka rakipler varsa, babaya, kardeşlere başka kardeşler eklenmişse bir de bunun üzerine dünyanın başka bir köşesine gönderilmişse, çocuk için bu travmalar, hayatını belirleyecek hale gelmiş demektir.

YA HEP YA HİÇ CEHENNEMİ

Ya hep ya hiçYa öl ya öldürYa kaç ya saklanYa o ya senYa mutluluk ya kederYa sevgi ya nefretYa Yahudi ya FilistinliYa Müslüman ya HıristiyanYa Ermeni ya TürkYa ölüm ya yaşamYa ve ya da denklemi benim seçimim ya da buluşum değildi….Neden?Korkuyorduk çünkü! Biri bizi korkutmuştu!”

-Ya hep ya hiç cehennemiyle korkuyu iç içe görmüşsünüz; hakikaten yaşamak için seçmek zorundayız.

Bize öğretilen, doğru olarak varsaydığımız, yaşamın ya hep ya hiçlerde döndüğüdür; oysa bu kocaman bir yalandır; seçimlerimiz iki uçlu olmak zorunda değil; yaşam çok daha gri bir alanda devam etmeli, ediyor da. O çocuğun yaptığı gibi hayatta kalmak için çeşitli stratejiler oluşturmamız, o kayıpları ve travmaları yaşarken mutlaka bir şeyleri kapatmamız ve başka pencereler açmamız, o kaybın yerini doldurmamız gerekiyor. Buradaki kayıp anne sevgisi. Bu kayıp bana bu kadar acı veriyorsa, bu ihtiyacı yok sayacağım; bu ihtiyacı defedeceğim ki bundan sonra bu kadar yaralanmayayım; çocuk da ayrılışının beşinci altıncı ayında anneyle ilgisini koparıyor; geri dönecek olan çocuk, artık başka biridir; çünkü onda olan ihtiyacı, ortadan kaldırmıştır.

- Alttan alta yetişkinler alemine sessiz bir direniş, bir başkaldırı gözlenen romanınızda, küçük bir yüreğin kırılganlıklarına fazlaca hassasiyet gösterilmiş. Çocuklarımızı, savaşarak var olabilecekleri, çok katı dünya bekliyor.

Hayatın zor olduğu konusunda şüphe yok; ancak, kişilik, tam da çocuğun uzak bir ülkeye gönderildiği yaşlarda şekilleniyor. İnsanın, kişilik sermayesini ve onun üzerine yapacağı yapının, temelini oluşturduğu dönemler. “Bu zalim zor dünyada çocuk nasıl yetiştirilir?” diye sorarsanız, çocuk, kesinlikle o yaşlarda annesinden ayrılmamalı.YATILI OKUL MU? DUVARLARI KALIN EV Mİ?

-Siz hoş bakmıyorsunuz ama “Yatılı okurken, unutulmaz hatıralar birikir, kardeş sevgisiyle eş değer arkadaşlıklar yaşanır” diye bilinir.

Bunlar tamamen tesellidir; o çocuk annesinin yanında kalmak isterdi ve bu doğruydu; başka bir ortama kendi istediğinden bağımsız olarak götürüldüğünde, anne kaybının yerine bir şeyler koymak zorunda ama hiç bir şey annenin yerini tutamayacak.

-Yatılı Okula Niçin bu kadar karşısınız?

Çünkü çok büyük hata bir çocuğun özellikle 6- 7 yaşlarında, zarar görmediğine inanmam; eğitimi sonra alsın. İlkokul çocuğunu uzağa göndermek gibi saçma sapan bir şey olabilir mi? Ebeveynlerin, o yaştaki çocukların ne kadar farkında ve kırılgan oldukları hakkında fikirleri çok az; kitaptaki çocuğun annesi babası da onu çok seviyor ne var ki çocuklarının ne kadar zarar göreceğini bilmiyorlar; bilseler yapmazlardı; sonradan anlayıp geri çağırıyorlarsa da iş işten geçmiş oluyor.

-Aileler çocuklarını eğitim amacıyla gönderiyorlar.

Hiçbir eğitim anne baba sevgisinin yerini tutamaz. Başta anlattığım gibi o korkularla başa çıkmak için, anne -baba sevgisi, özellikle anne sevgisi çok önemli. Sağlam temelli, öz değeri yüksek birey, sevgiyi hissederek, güvenli, huzurlu, duvarları kalın bir ev ortamında yetişebilir.

İLK GÜNAH

-Çok güvenli bir manastırda bile büyükler duymadan, çocuklar birbirlerini tehlikeye itebiliyorlar. Ebeveynler o dünyaya alınmıyorlar çoğunlukla. Böyle durumlarda daha fazla zarar gören çocuklar, aynı kitapta belirtildiği gibi ancak disiplin kurallarının ciddiyetle uygulanmasıyla rahatlayabiliyor.

Aynı “Sineklerin Tanrısı” romanındaki gibi çocuklar çok masum değiller aslında; çocukların dünyası çok sert bir dünyadır; hristiyanlar bunu ilk günahla açıklarlar. Çocuklar birbirlerini ezerek iktidar alanlarını genişletirler; bunu da çok bilinçsiz yapmazlar. Bu orman kuralları, yatılılarda, özellikle, erkek yatılı okulunda çok sert yaşanır; çocuklar insan tabiatına haizdirler; içimizde bir iyi bir kötü vardır; siz hangisinden daha fazla esinlenirseniz, hangi tarafı daha çok beslerseniz, o, diğerinin alanını ele geçirecektir; ne olmak istediğini seçecektir; bu, çocuklukta başlıyor.

-Baba, çocuğun geleceği için aslında çok akılcı bir adım atıyor ama siz küçük bir çocuğun duygularının savaşını vermişsiniz; küçücük bir çocuğun arzularının peşinden gidilmesi pek önerilmez.

Elbet belirli kurallar olacak, çocuğun tamamen arzularını yerine getirmek çok doğru olmayabilir ama o yaşta bir çocuğun, soğuk bir dünyaya, üstelik, içinde savaş olan bir ülkeye gönderilmesi, oradaki dilsizliği, kendini ifade edememesi bir travmadır; çocuğa sorulmalıydı diye düşünüyorum.

-Komşularının evinden oyuncak çalan çocuk, baba tarafından yeni oyuncak arabalarla ödüllendiriliyor. Sıra dışı bir eğitim modeli; ceza vermekten yana değilsiniz.

Çocuk, en azından belli bir yaşa geldikten sonra davranışlarının bir neticesi olduğunun farkına varmalı. O durum önce çocuğun, çok hoşuna gitse de sonuçta bir hırsızlık söz konusu. Çocuğun temel adalet duygusunu zorlayacak, daha sonraki yaşantısında bir kafa karışıklığı oluşturacaktır; çünkü yaptığının kötü bir davranış olduğunun bilincinde.

-Zaten devamlı suç bedel ilişkisini sorguluyor.

Kudüs’e gidişini bir suçun cezası olarak telakki ediyor. Suçunun ne olduğunu bulmaya çalışıyor; herhalde ömür boyu da çalışacak. “Bu cezayı hak etmek için evimden kovulmak için nasıl bir suç işlemiş olabilirim?” Çocuğun sorduğu genel soru hep bu.

-Kahramanımız annesine mi babasına mı daha çok güceniyor? Bu karışıyor.

Babasına. Bu kararı veren baba; anne çok ikna olmamışken onu ikna eden, gücünü de kullanan, bu ayrılığın müsebbibi baba; haliyle babaya bir öfke var yine de bir okuyucu olarak okuduğumda asıl öfkenin anneye olduğunu müşahede ediyorum.

-Ama anne ne yapsın? Güçsüz.

Bu çocuk için, annesinin hiçbir gerekçesi geçerli değil.

- Katolik’lerle Ortodoks’ların ortak kilisesinin anahtarının, Müslüman bir ailede olması, 1.Abdülmecit fermanından beri yerinden kımıldatılmayan merdiven, dört istasyon, kilise, cami, ağlama duvarı…Roman, Kudüs’te araladığı perdede, insanlığın geçmişini bugününü özetler gibi; dünyadaki politik gelişmelere baktığımızda da sanki Kudüs düğüm ve çözüm noktası.

Kudüs’ün bu özellikleri çocuğun hikayesiyle örtüşüyor; hem çok değerli şeylerin olduğu, hem savaşın yaşandığı, çocuğun da hayatının en önemli dönemecini geçtiği bir yer.

-'Türkler Ermeniler yüzlerce yıl aynı topraklarda yaşamadılar mı? Bazı insanların yaptıkları kötülükler ile birbirimizi nasıl böyle düşman görebiliriz?' 'Barış aptal romanlarda olur' Onlar aralarında konuyu tatlıya bağlasalar da çözümü tıkayan düğümleri görüyorlar. Barış bir ütopya mı?

Asla! Barış en somut çözüm; asıl gerçeklik aslında; çünkü insanın doğal eğilimi barışa doğrudur.

-Ama savaşlar hiç bitmiyor!

Belki de hiç bitmeyecek yine de insanların barışa çok ihtiyaç duyduklarını ve özlediklerini düşünüyorum.

-O halde niye hep çözümsüzlük duvarına çarpıyoruz?

Çünkü herkes çok haklı, herkes en mağdur olduğu için, daha sonraki zalimi üretiyor. Bu zinciri kırmanın tek yolu var. Bunu bir yazımda ifade ettiğim gibi ‘kendi hakkından vazgeçme şövalyeliğini göstermek’ gerekiyor. Çünkü o intikam hakkı, başkasının intikam hakkına dönüşüyor. Kavga, savaş, insanlara büyük yüktür; aslında insanın doğal eğilimleri, bundan kurtulmak üzerinedir. Şunu da unutmayalım. Evet Dünya’da her zaman savaş oldu ama Dünya’yı tamamen cehenneme çeviremediler.

ÇOCUK EN ÇOK NE İSTER?

-Ebeveynlerimizin çocuk yetiştirme sürecindeki eksikliklerinin bedelini ödüyoruz bazen. Yetişkin dünyasına geçince nedense unutuyoruz. Niçin farkındalık eksikliği kısır döngü olarak devam ediyor?

Aile çok önemli; çocuklara doğdukları anda bağımsız birey olduklarını teslim etmek gerekiyor.

-Özgürlüklere uzmanlar karşı çıkabiliyor.

Bakın özgürlüklerden söz etmiyorum, sadece saygıdan bahsediyorum. Bir aileye yeni bir birey gelmişse artık onun orada bir yeri vardır. Çocuğa, onu aşan bir alanda soru sorulmasını kast etmiyorum. Evlâtlarımıza sözlere gelmeyen hislerle, çok değerli olduklarını hissettirmek önemli. Çocuğun en büyük ihtiyacı biricik olduğunu annesinden babasından almaktır. İyi bir anne baba olmanın yolu illa zenginlikten geçmiyor. İmkanlar, zaman az; yaşamlar zor olsa da davranış biçimleriyle, herkes için iyi bir anne baba olmanın imkanları var.

-Aslında çocuklarına düşkün onları kollamayı seven bir toplumuz; dişimizden tırnağımızdan arttırıp türlü fedakarlıklarla yetiştiriyoruz çocuklarımızı.

Genelde şöyle bir eğilim göze çarpıyor; bizde, çocuğun fiziki ihtiyaçlarını giderdiğinizde, sevdiği yemekleri önüne koyduğunuzda tüm ihtiyaçlarını karşılandığı düşünülür; halbuki o sırada çocuğun çok daha önemli gereksinimi, anlaşılmak, annesiyle babasıyla zaman geçirmek, sevildiğini hissetmek, göz ardı edilir.

GÜÇLÜ BİR DURUŞ İÇİN…

-'Hayatta kalmak için, güçlü olmak, zayıf yanını belli etmemek zehirli formüldür' saptamasını açabilir miyiz?

İnsan zayıflıklarıyla da insandır ama bir şeylerin bedeli var; güçlü görünmeye karar vermişseniz, eksik yönünüzü vurgulamayabilirsiniz.

MAHREM BİR BAĞ

-Kitapla ilgili size geri dönüşler oldu mu?

Evet bu da beni çok mutlu eden bir şey. Tam da çocuğunu yatılıya göndermek üzere olan bir anne aradı; kitabı okumuş; çocuğu yollamaktan vazgeçmiş. Bunu çok önemsiyorum.

- Sulugöz olmadığı halde, kitabın son sayfalarına gelince kendini tutamayarak hıçkırıklara boğulan birini tanıyorum.

(Gülüyor) Demek ki roman okuyucuya geçebilmiş; bu, çok sevindirici bir yazar için; ayni çocuğunun beğenildiğini görüp sevinen bir anne bir baba gibi.

-Size göre başarılı güçlü roman nasıl olur?

Her roman yarımdır; okuyucu onu tamamlar; eğer bu ihtiyacı hissetmezse, o roman iyi değildir; benim için en önemli kriter, okuyucunun tepkisidir; yazı profesyonellik kaldırmaz; aşk ilişkisidir; sözcüklerle aranızda nezaketli, tutkulu çok mahrem bir bağ olmalıdır.

-Bir romanın çok satması, bir çok kesime hitap etmesi hakkında ne düşünürsünüz?

Jerusalem’i bir şiir gibi yazdım; kitabı pazarlanacak bir ürün olarak gördüğünüzde, o ürüne yerleştirilenlerin çok kişiyi yakalamasına yönelik endişeleriniz çoğaldığında, büyü bozulur; roman bu yükleri kaldırmaz.

Kaynak : haber7.com


Yükleniyor

Yükleniyor

Yükleniyor

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.