Halil Lütfi Dördüncü ismini bugün çok az insan bilir.
O basın dünyasının cimrisi olarak bilinirse de nükteleriyle de edebiyat tarihinin en renkli simaları arasındadır.
Halil Lütfi Dördüncü, 1893 yılında doğdu. Aslen Selaniklidir. İstanbul Darülfünun’da eğitim yaptı. 1912 yılında gazeteciliğe başladı. Muhabirlik yaparak Tanin gazetesine girdi. Bilahare çeşitli gazetelerde yazarlık yaptı. Tan ve Yeni Gazete’nin ortağı ve sahibi oldu. Babıâli’de cimriliği ile meşhur oldu. 1972 yılında vefat etti. Sirkeci’de adını taşıyan bir işhanı vardır.
Hakkında basın ve edebiyat dünyasında anlatılan sayısız nükteler vardır. Sizler için birkaçını derledik, bakalım sizler onun cimriliği hakkında neler düşüneceksiniz.
“ Cimriliği ayyuka çıkan gazete patronu Halil Lütfi Dördüncü benzine zam yapıldıkça öfkelenir, bağırır çağırırmış.
Bir gün çevresindekilerden biri dayanamaz sorar:
- Halil Bey der senin otomobilin yok ki neden kızıyorsun?
Halil Bey daha da öfkelenerek cevap verir:
-Ben de çakmak kullanıyorum birader!”
***
Soyadına neden “Dördüncü” dendiğine gelince…
Aslen Selanikli olduğundan koyu Atatürkçüdür.
“Bir gün Gazi ile Tren garında karşılaşırlar. Halil Bey Trenin üçüncü mevkisinde seyahat etmektedir. Bunun üzerine Gazi sorar:
-İlahi Lütfi’ciğim, gazeten ve matbaan var, neden hala 3.mevkide seyahat ediyorsun?
Tabii Halil Bey şahsına münhasır bir şekilde cevabı verir:
- 4. Mevki yok efendim, der.
Bu tarihten sonra Gazi kendisini “Dördüncü” diye çağırmaya başlar.”
***
Kendisiyle aynı dönemlerde Babıâli’de bulunmuş Hasan Pulur, “Olaylar ve İnsanlar “ serisinde bizatihi yaşamış olduğu ilginç olaylara da değinir. Mesela bir tanesinde şunları anlatıyor:
“Dünya”cılar, “Tan’a” ve Halil Lütfi Dördüncü’ye veda ederler. Duygusal konuşmalar yapılır, herkes adına Ali İhsan Göğüş kendisine teşekkür eder. Ancak en sözü Bedii Faik söyler:
-Buradaki masraflarımızı ve size verdiğimiz mali yükleri son kuruşuna kadar ödeyeceğiz, der.
Babıâli’nin cimriliğiyle tarihe geçmiş patronun gözleri parlar ve:
-Arkadaşlarınızın güzel sözlerine çok teşekkür ediyorum. Ama Bedii’nin söylediği son cümle var ya, onu daha çok ilgiyle karşılıyor ve tabiatım gereği daha önemli sayarak uğurlar olsun diyorum, diye cevap verir!”
***
Yine Mehmet Nuri Yardım “Edebiyatımızın Güleryüzü” adlı eserinde Halil Lütfi Dördüncü ile ilgili pek çok anekdota yer verir.
“Kendisi de renkli bir kişiliğe sahip olan Tahir Kutsi Makal, Halil Lütfi Dördüncü’nün yanında çalışmakta ve gazetecilik yapmaktadır. Makal masasına abanmış yazı yazıyor. Patron bakar ki, Tahir Kutsi kalemi mürekkep hokkasına batırdıktan sonra bekliyor. Yanına gider ve sarar:
-Ne yapıyorsun, niçin yazmıyorsun?
Tahir Kutsi cevap verir:
-Düşünüyorum Efendim!
Patron fazla düşünmeyi seven yazarını şu şekilde azarlar.
-Önce düşün, sonra kalemi hokkaya batır. Bak mürekkep boşuna kuruyor yazık!”
***
Yolda adımlarını geniş atarak yürüyen Halil Beyin ayakkabıları az aşınsın diye böyle yürüğünü söylerler.
“ Talih bu ya, Halil Lütfi’ye bir piyango çekilişinde kadın çorabı çıkar. Hamdi Varoğlu,
-Tebrikler Halil Lütfi, der. Söyle bakalım bu çorabı kime hediye edeceksin?
Konuşmaları dikkatle dinleyen Doğan Nadi, söze karışır:
-O, hayatında hediye nedir bilmez, bahse girerim, kendisi giyecektir!
Herkes Basın patronunun açıklamasını merakla beklerken Halil Lütfi dostlarının muzip bakışları arasında şöyle der:
-Elbette kendim giyeceğim… Kadın çorabı olması daha çok işime yarar. Arkaları eskidikçe konçlarını aşağıya çeker çeker giyerim. Böylece tam bir sene çorap parası vermem!”
***
“Basın dünyasının muhteşem cimrisi Halil Lütfi’ye bir dostu gelir ve:
-Kuzum, der. Senden iki ricam var, yaparsan çok sevineceğim.
-Söyle bakalım!
-Birinci ricam bana 500 lira ödünç vermen. İkinci ricam ise bu parayı altı ay sonra, her ay yüz lira vererek geri ödememi kabul etmen.
Halil Lütfi birinci sınıf bir kahkaha attıktan sonra yine yapacağını yapar:
-Peki, ricalarından ikincisini kabul ediyorum!”
Türk şiirinin önemli şairlerinden Yusuf Ziya Ortaç “Bizim Yokuş” adlı eserinde Halil Lütfi ile olan bir anekdotunda şunları söylüyor:
“Bir öğlen üstü Akbaba’da otururken içeriye girdi.
-Gel Yusuf Ziya, dedi, seni yemeğe götüreceğim bugün. Sarayda çektiğim ziyafet yetmedi, farkındayım!
Yüzüne baktım, gülüyordu ama ciddi idi.
Kalktım. Sirkeci’ye giderken sağda piyazcıya girdik. Eh, ikram ondandı ses çıkaramazdım elbet…
-Bize birer ciğer tavası, dedi çırağa. Yarımşar da ekmek!
Gayet keyifli idi. Türkiye’deki ekmek israfı üzerene rakamlar söyledi, hesaplar yaptı, kaybolan yüz binlere acıdı…
Ciğerler bitince tekrar seslendi:
-Yarımşar yumurtalı birer piyaz…
Ekmeğini zeytinyağlı sirkeye banıp banıp öyle lezzetle yiyişi vardı ki, ben de gayrete gelmiştim onunla…
Bu da bitince yine seslendi çocuğa:
-Birer kâse aşure…
Üstü beyaz fıstıklı, kuş üzümlü kâseler de geldi önümüze. Attık kaşığı.
Nihayet sıra hesaba gelmişti. Kalktık tezgâhın başına yürüdük.
-Yap bakalım hesabı usta, dedi. İki ciğer, bir ekmek, yarımşar piyaz, iki aşure…
-Yüz kırk beş kuruş!
Pantolon cebinden bozuk para çıkarırken bana döndü ve:
-Ver yetmiş iki buçuk kuruş.
Sonra koluma girdi, dost gözlerle yüzüme bakarak:
-Sana dedi, ciğeri ile yumurtası ile, fasulyesi ile, aşuresi ile yetmiş iki buçuk kuruşa karın doyurmasını öğrettim. Bu iyiliğimi unutma!
Türk basın tarihinin en cimrisi unvanlı bu medya patronunu güler yüzlü, nüktedan tarafıyla hatırlatmaya çalıştık.
Muhabbetle kalınız!
Meryem Aybike Sinan - Haber7
meryemaybike@gmail.com
Kaynak : haber7.com