Devlet toplumun ihtiyaçlarına cevap vermelidir. Peki devlet kim ya da nedir? Yaşayan bir organizma mı? Eğitim camiası üzerinden bakacak olursak… Öğrenci ve velisi için sınıftaki öğretmen, öğretmen için müdürü, müdür yardımcısı,
Sosyolog İsmail Coşkun şubemizin düzenlediği bir panelde devleti anlatırken, batı toplumlarında devletin bir sınıfın tahakküm aracı olduğunu, biz de ise devletin toplumun genel çıkarlarını düşünen bir örgütlenme olduğunu ve meşruiyetini toplumdan aldığını söyler ve ekler, devlet toplumun sorunlarını çözmeli, ihtiyaçlarına cevap vermelidir.
Kemal Tahir’in Devlet Ana romanında geçen ve çok önemli bulduğum “Bey kısmının onuru kendi malı değildir.” sözü de İsmail Coşkun’un sözleri ile bir arada düşünüldüğünde daha da bir anlam kazanıyor. Bu düşünceler üzerinden günümüze baktığımızda bürokratik devlet anlayışının terk edilmesi gereği ortaya çıkıyor. Sayın Cumhurbaşkanımızın sıkça kullandığı Şeyh Edebali’ye ait “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” sözü ise adeta bu değişimin mesajı niteliğindedir. Bazı yöneticilerin cakaları ve çakarları ile kendi hissiyatlarını bir devlet politikası gibi uygulamaları bey-yönetici olmanın getirdiği toplumsal sorumluluğu ve değişimi anlamadıklarını göstermektedir.
Son yıllarda bürokratik vesayetin kırılması doğrultusunda önemli adımlar atıldı. Ancak zaman zaman bazı sıkıntılar yaşanmıyor değil. Bürokratımız toplumla, astları ile arasına anlamsız mesafeler koyuyor. İhtiyaçlara cevap vermek yerine makamın gücünü kullanıyor. Unutulmamalıdır ki; devletten aldığı yetki ile insanları tehdit ve huzursuz eden bir yönetim devlet olmanın onurunu taşıyamaz.
Devlet toplumun ihtiyaçlarına cevap vermelidir. Peki devlet kim ya da nedir? Yaşayan bir organizma mı? Eğitim camiası üzerinden bakacak olursak… Öğrenci ve velisi için sınıftaki öğretmen, öğretmen için müdürü, müdür yardımcısı, ilçe milli eğitim müdürü, şube müdürü, il milli eğitim müdür yardımcıları, il milli eğitim müdürü devletin ta kendisidir... Silsile bu şekilde aşağıdan yukarıya doğru devam eder. Durum her kurum için aynıdır. Emniyeti, maliyesi, üniversitesi…
Öğretmenlerin en çok rahatsız oldukları konuların başında şüphesiz öğretmenlik mesleğinin itibar kaybettiğine ilişkin şikâyetler geliyor. Bu konunun ekonomik, sosyolojik, politik birçok yönü var. Bizim burada değineceğimiz ve öğretmenleri en çok yaralayanı üstleri tarafından takdir edilmemek hatta zaman zaman tahkir ve tehdit edilmek. Bu konuda şikâyetler sadece öğretmenlerden gelmemekte taşra teşkilatındaki okul müdürü ve şube müdüründen tutun Bakanlık Merkez Teşkilatına kadar şikâyetler uzanmakta… Kapalı ortamlarda kime dokunsan ‘bir dokun bin ah işit’ durumu yaşanmakta. Daha düne kadar yanlarında birlikte çalıştıkları arkadaşlarının makam değişikliği ile birlikte adeta sınıf atlamışçasına bir tavır, tutum değişikliği sergilemeye başladığına şahit olduklarını ifade ediyorlar. İster bürokrasiden, ister siyaset kurumundan, isterse sivil toplum kuruluşlarının temsilcisi olduğunu iddia edenlerden gelsin bu tutum asla kabul edilemez.
Eğitim çalışanlarını nesneleştiren ve sivilleşme yönünde atılan adımlara, kazanımlara bürokrasiyi kutsayan bir zihin yapısıyla bakan, küçümseyen, anlamayan, algılayamayan, tehditkâr bir dil kullanan, öğretmenin yaptığı işle ilgilenmeyip kılık kıyafetiyle uğraşan bir yaklaşım sergileyenler anarşizmin ocağına benzin dökmenin ötesinde bir şey başaramazlar. Kıyafetinden dolayı Ankara’da şehir merkezine Aşık Veysel’i almayan bürokrasinin devri bitti artık. Bu devri özleyen bürokratlara ihtiyacımız yok. Devir çalışanını, paydaşlarını, toplumu suçlayarak koltuğunda oturan bürokratların değil, kapısı herkese açık, çalışanını, paydaşlarını, toplumu dinleyen, onları tehdit ve tedirgin etmeden bir yönetim sergileyebilen bürokratların devri…
Yüz binlerce eğitim çalışanın temsilcisi olan eğitim örgütlenmelerini, sendikaları çözüm ortağı görmek yerine sorun odağı olarak algılayan bir zihin yapısı eğitimin sorunlarının çözümüne katkı sunmak bir yana baştan kaybetmeye mahkûmdur. Tarih adanmışların atanmışlara boyun eğdiğini yazmamıştır.
Sayın Cumhurbaşkanımızın yaptığı “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” vurgusu, 600 yıl üç kıtayı yönetmiş bir imparatorluğun temel felsefesidir. Verilen mesaj gayet nettir. Devletimiz tek parti dönemi ve sonrasında darbelerle kendini yeniden dizayn eden bürokratik devlet anlayışından, devletin kendisini oluşturan insanlar için var olduğu, onların mutluluğunun teminatı olduğu, vatandaşına karşı cömert, hizmeti ön planda tutan, onu besleyen, büyüten kerim devlet anlayışına doğru rotasını değiştirmiştir. Devletin bürokrasisi de bu realiteye göre pozisyon almak durumundadır.
Toplumla ve kendi çalışanları ile barışık bürokratlara ihtiyacımız var. Odasına yardımcısının bile giremediği, çalışanlarına yukarıdan bakan, onları itibarsızlaştıran bürokratlara ise ihtiyaç yoktur. İnsana dokunan, onu kuşatan, kurumları kuşatarak yöneten, tedirgin etmeyen, korkutmayan, devlettin teamüllerini bilen ve işleten bürokratlara ihtiyacımız var.
Ahmet Özcan’ın ifadesiyle; Osmanlı’nın son dönemlerinden günümüze ne zaman taşradan küçük memur, esnaf, çiftçi çocuklarının devlet bürokrasisinde yer edinmesi çabası gündeme gelse o dönemin jargonu ile ‘’beyzadeler’’, yaşadığımız dönemin ifadesiyle ‘’Beyaz Türkler’’in direnişiyle karşılaşmışlardır.
Diğer yandan kendi içinden geldikleri sosyolojik taban da iktidara yaklaşmakla devlete ve millete yabancılaşma riskinin ortaya çıktığı iddialarıyla önlerini kesmeye çalışır, bu Anadolu çocuklarının…
Bu Anadolu çocukları mültecidirler, çünkü bir yandan aldıkları eğitimin bir sonucu olarak kendi içinden geldikleri tabanla ‘’devlet’’ mekanizmasının bir parçası olmak arasında yaşadıkları ikilem sonucu o tabandan kültürel anlamda olmasa da düşünsel ve duygusal bir kopuş yaşamaya başlamışlardır. Bir yandan bu kopuşun sancısını yaşayan bu çocuklar diğer taraftan da bürokratik sahada komitacı torunu ‘’Beyaz Türkler’’in siyasi ayak oyunları, entrikacı istihbarat oyunları ile mücadele eder. Ancak her defasında kırk pınardaki pehlivan misali göbekleri güneşi görür, görmese de hakem kararı ile diskalifiye edilirler.
Tam da yukarıdaki tanıma uyan nedenlerden dolayı ‘’devletlu ulema’’ tarafından sürekli dışlanan bu mülteciler’in gelişini engellemeye çalışan grupların ya da odakların hepsi temelde aynıdır. Bunların aralarında çatışma olduğu vehmini veren şey yalnızca kullandıkları semboller, ritüeller ve renklerdir.
Geçenlerde Mustafa Özel bir yazısında, ‘’Sussak tesiri olmuyor, söylesek gönüllerimiz razı değil. Sussak da aynı bedeli ödüyoruz konuşsak da.’’ diyordu. Aynen Mustafa Özel’in anlattığı durumdayız.
Devlete, millete hizmet için elinden tutulup makama getirilenlerin yaptığı ilk icraatın yeni kartvizitleriyle içinden çıktığı topluma italik bakması maalesef kaderimiz oluyor. Bu makam sahiplerinin seçimlerin hemen ertesinde, kullan-at yaşamların gölgesinde dava/mesai arkadaşlarını sudan sebeplerle tasfiye ederek kimin hayrına çalıştıklarını da bir kez daha düşünmelerinde yarar görüyoruz. Olaya tüketim toplumunda kullanım değeri gözüyle bakanlar, kendilerinin de bir gün o gözle değerlendirilebileceğini hesaba katmalıdırlar.
Ahmet Özcan, ’’Sahte çatışmalar, idealist kuşakların tasfiyesine ve konformist unsurların elitleşmesine yol açmıştır.’’ der. Güya içimizden çıkan elitist bürokrasinin, yaşadığımız zor süreçlerde mücadelenin göbeğinde olan idealist kadroları tasfiye teşebbüsüyle adeta bürokratik otokrasiye dönüşme çabalarını kaygıyla izlemekteyiz.
Genelde MEB’deki, özelde İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğündeki son değişikleri bu bakış açısıyla değerlendiriyor, İstanbul Milli Eğitim Müdürü Sayın Ömer Faruk YELKENCİ’nin dikkatini çekiyor ve ‘’Zalimin zulmü sükut sayesinde yurtlanır.’’ düsturunca tarihe not düşüyoruz.
Eğitim-Bir-Sen İstanbul 1 ve 5 Nolu Şubeleri adına
Ferhat ÖZTÜRK ve Celal DEMİRCİ
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.