Tarih: 01.01.0001 00:00 35071

Ayşe Arman Pakistan'da !

Pakistan’a gelen Ayşe Arman, orada geçirdiği saatleri anlattı...

Ayşe Arman Pakistan
 Daha hâlâ farkında değilim...

“Bir iki... Bir iki... Pakistan yolcusu kalmasın!” yapıyorum.
Üzerimde siyah kargo pantolon, siyah uzun kollu tişört, siyah lastik ayakkabılar ve kafamda siyah bir örtü var.
Bence tamamdır.
Paki Ayşe oldum.
Sevgilimin karşısına dikiliyorum.
Çaktırmadan onay almaya çalışıyorum./_np/8580/11798580.jpg
Şöyle bir süzüyor beni.
O, Pakistan konusunda tecrübeli, iş için gidip geliyor ama her seferinde zırhlı araçlara biniyorlar, silahlı korumalar eşliğinde.
Çalıştığı şirketin kuralı böyle.
“Tamam, saçlarının tamamının kapanması gerekmiyor ama Pakistan’ın ortalık yerinde sarı bir floresan gibi durmasan iyi olur. Sen onları mümkün mertebe, örtünün altında gizle” diyor, “Bence takılarını da çıkar. Makyaj yapmadığın iyi olmuş. Dikkat çekme. Bir de, memelerin fazla belli oluyor...”
“Ne yapmamı istiyorsun?”
“Normal sutyen yerine, spor sutyenin yok mu senin, tahta gibi dümdüz yapan...”
“Var...”
“Onu giy...”
Dediğini yapıyorum, kendimi budanmış ağaç gibi hissediyorum. Üzerimdeki her şey bol, kıvrım-kıvrım, dekolte-mekolte hak getire...
“Kendine dikkat et!”
Öpüyor, beni uğurluyor...
“İşi çabuk hallet, evine dön...”
Gözünde benim için endişelendiğini görüyorum.
Tam ayrılacağım sırada, Alya dikiliyor karşıma, “Anne, Paris’e mi gidiyorsun” diye soruyor.
“Hayır” diyorum, “Pakistan’a...”
Sarılıyoruz, altı yaşındaki bir çocuktan ayrılmak kolay değil, “Sizi her şeyden çok seviyorum” diyorum ve koşup kendimi taksiye atıyorum.

KALAŞNİKOFLU GÖREVLİLER

İslambad... Gece 02.30...
Havaalanı Kalaşnikoflarla dolaşan görevlilerle dolu.
Tırsıyorum. “Ben nereye geldim?” diyorum.
Tedirginlik, o andan itibaren başlayan Pakistan seyahatimin temel duygusu.
Gelirken kulağıma fısıldanan nasihatler hâlâ orada duruyor:
- O ülkede her an her şey olabilir...
- Yanlış yerde, yanlış zamanda bulunmayacaksın...
- Kalabalık yerlerden uzak duracaksın...
- Yabancılarla fazla haşır neşir olmayacaksın...
- Erkeklerle konuşurken katiyen dokunmayacaksın...
Başörtümün iyice içine saklanıyorum.
Ve otele gitmek üzere yola çıkıyorum.
Gece siyah... Sokaklar boş, yollar ıssız... Işık yok...
İkide bir güvenlik kontrolünden geçiyoruz...
Otele varıncaya kadar tam yedi kez...
Çünkü elçilikler, devlet daireleri bu bölgede...
Hotel Marriott...
2008’de bombalanan otel...
İçi patlayıcı dolu bir kamyon yanaşıyor ve bum!
Otel yerle bir...
Patlama 10 kilometre öteden duyulacak kadar şiddetli.
Kamyonun bir tek parçası bile bulunamıyor...
Yerde krater gibi delik... Bir sürü insan ölüyor...
Beni uyardılar, “Serene’da kal” dediler, “Daha güvenli... Birleşmiş Milletler’in toplantıları orada oluyor...”
Ama yer yoktu çünkü aynı tarihlerde başbakan oradaydı.
Gerçi burada Türk olmak avantaj, Atatürk Bulvarı’ndan geçerken de anlıyorsun, insanların sıcak ilgisinden de... Bense Türk olduğumu anlatıncaya kadar başıma gelecek olanlardan çekiniyorum...
Ankara temsilcimiz Metehan Demir bile, “En kapalı kıyafetlerini giy, dikkat çekici şeyler yapma, dünyanın en tehlikeli yerlerden biri orası, farkındasın değil mi?” diye beni uyardıktan sonra...
Gel de paniğe kapılma...
Sabahın dördü... Üzerimdekileri çıkarmadan yatağa kıvrılıyorum...
Sabah 07.00...
“Tike” diyorum kendi kendime gözlerimi açınca, “Tike...”
Tike, Urdu dilinde ‘okey’ demek...
Gerçi Adanalı olduğum için tike, bana kebabı hatırlatıyor...
Ama ben bildiğim tek Urduca kelimeyi, “Tamamdır, bugün her şey güzel olacak...” manasında kullanıyorum...
Hızlıca bir duş ve ‘şalvar kamiz’imi giyiyorum...
Pakistanlıların yerel kıyafetlerinin adı...
Aynaya bakıyorum, kendimi 23 Nisan çocuklarına benzetiyorum...
“Alo Sinem. Ben hazırım...”
Sinem Bozbulut, Hayata Destek Derneği’nin İletişim Koordinatörü.
Beni ilk aradığında, “Pardon ama Hayata Destek Derneği nedir?” dedim, “Ben hiç duymadım da...”
“Uluslararası bir sivil toplum örgütü” dedi.
Bir felaket mi var, bir afet mi, sel mi, deprem mi...
Atlayıp gidiyorlar...
Zor durumdaki insanlar yardım etmeye...
Şu an Pakistan’da olduğu gibi...
UNICEF, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı, Dünya Gıda Örgütü ve Diakonie Katastrophenhilfe gibi yardım kuruluşlarıyla çalışıyorlar.
“Vay be!” dedim.
“Hoşunuza gidecek başka şeyler de var, beş Türk kadın kurdu ‘Hayata Destek’i” dedi.
İşte ben de Pakistan’a, o beş kadından biriyle röportaj için geldim: Pınar Gökgün. Hayata Destek Derneği’nin Pakistan Program Yöneticisi.
Pakistan’ın ortasında selden zarar gören binlerce insana yardım eden bir aktivist o.
İnsani yardım gönüllüsü...
Yıllardır Afganistan, İran ve Pakistan’da kendini insanlara yardıma vakfeden bir kadınla Nişantaşı House Cafe’de buluşmak tuhaf geldi.
Onun ayağına gitmek istedim.
Pakistan’a gelmek için gönüllü olan bendim yani. Yaptıkları şeyleri bizzat yerinde görmeyi tercih ettim.
07.30’da 4x4 bir ciple yola koyuluyoruz...
Dernekten Gökhan ve Barış da bizimle.
Pınar ile ‘saha’da buluşacağız...
Önemli olan ‘saha’, felaket ne kadar büyük ‘saha’da görüyorsunuz.
Pakistan’daki selden sonra tam 21 milyon insan, aç, susuz ve evsiz kaldı.
Pakistan zaten fakir bir ülke, üstüne bir de bu, insanlar perişan...
Hepimiz onlar için ne yapabilirsek kâr, o yüzden Hürriyet’in, Kızılay’ın, herkesin yaptığı yardımlar çok çok önemli.
İlk durak Mohibbanda...
Bir çadır kent...
İslamabad’a iki buçuk saat uzaklıkta...
Afetzede olmak ne demek, gözlerinizle görüyorsunuz... Evler yıkılmış, bazı yerlerde sadece kapı kalmış, tehlikenin kapıdan geldiğine inandıkları için kapıları sağlam yapıyorlar...
Tarlalar sular altında, hayır gelmez artık, sürülemez durumda...
Su yok, yiyecek yok, ev yok, tarla yok, ürün yok, gelir yok, evin içindeki her şey de selle gitmiş...
Ailelerini sel sularında kaybedenler var...
2.20101017100217.jpgHayvanlar da telef olmuş...
Kurtarabildikleri hayvanlarla birlikte aynı yerde yaşıyorlar...
Feci bir koku...
Selin arkasında bıraktığı çamurun ve pisliğin kokusu...
Aslında, çaresizliğin kokusu...
Çadırların içinde kendilerine bir dünya kurmuşlar.
Ben en çaresiz Hindistan zannediyordum, en zavallı, en fakir... Yok, Pakistan daha fenaymış...
Tuhaf! Bir çadırları var, bir de çadırların etrafına gerilmiş, serilmiş bezler... Bir tür perde... Duvar niyetine...
“Biz de şaşırdık” diyor Hayata Destek Derneği, “Muhafazakarlar. Kadınlarını gelen geçen gözlerden gizlemek istiyorlar. Etrafa bir duvar çekme isteği o yüzden. Baktık ki, bazıları verdiğimiz çadırları kesiyor, kendilerine perde yapıyor, biz de çadıra ilaveten branda yaptırdık, dağıttık...”
Çocuklar her yerde çocuk. Koşuyor, geliyor, gülüyorlar.
Etraf sinek dolu.
Sinem, her yerinden Dettol’ler fışkıran kadın, çaktırmadan sürekli avucuma döküp, ellerimi dezenfekte etmemi istiyor. Aşılarım yok ya, hastalanırım diye korkuyor.
İnsan, orada ne kadar şanslı olduğunu anlıyor.
Hiçbir şeyleri yok.
Hayatta “Bir dikili bir ağacım yok ” ne demek, orada anlıyorsun, daha doğrusu görüyorsun.
Kadınlar, çadırların içinde, perdelerin arkasında, erkeklerin onayı olursa çıkıyorlar...
Fonda bebek sesleri...
Yerde kocaman sel çatlakları...
Erkekler işsiz...
Hayata Destek Derneği, bu insanlara sadece çadır, muşamba, tohum, yiyecek, içecek ve hayatta kalmalarını sağlayacak malzeme vermekle yetinmiyor...
Onlar için iş imkanı da yaratmaya çalışıyor.
O kamplarda yaptıkları iş karşılığı ücret veriyor.
Tüm o malzemeler de yerel pazarlardan temin ediliyor, çadırlar İstanbul’dan getirilmiyor yani.

EKMEK İKRAM EDİYORLAR

Bir de kibarlar, ekmek yapıp, yemek ikram ediyorlar o yoksulluk içinde...
Geceki tedirginliğim, yerini hüzne bırakıyor...
Bir de STK’lara hayranlığa...
Hepsi 30’lu yaşlarda...
İyi eğitimli ve aktivist...
Ama bir arkadaşları, Ender Başkaya, 2008’de, İslambad’da hayatını kaybetmiş. “Neden?” diye soruyorum, “Yanlış zamanda, yanlış yerdeydi” diyorlar. Bir İtalyan lokantasına gitmiş. Ve şansa bak ki o akşam oraya bir çanta içinde bomba bırakılmış... Bum!.
Hayatın sonu.
O derece de kelle koltukta yani.
Yabancılar fidye için kaçırılıyor.
Birleşmiş Milletler’in Mülteciler Yüksek Komiserliği Afgan Mülteciler Koordinatörü’nü kaçırmışlar, üç ay sonra bırakmışlar.
Kim Taliban, kim El Kaide anlamıyorsun.
Charsadda Hisara Çadır Kent’e doğru yola çıkıyoruz.
Birleşmiş Milletler’den sürekli güvenlik konusunda uyarı ve bilgi alıyoruz.
Saat 16.00’da geri dönüş yolunda olmamız gerekiyor.
Çünkü hava kararınca acı Pakistan gerçeği başlıyor.
Yollarda olmak tehlikeli, kırsal bölgeden uzak duracaksın.
Hisara Çadır Kenti arkeolojik sit alanında kurulmuş, çünkü bir tek orası boşmuş.
280 afetzede aile yaşıyor, hepsinin beş-altı çocuğu olunca nüfus artıyor tabii.
Her çadırda başka bir hayat...
Karısını, sel sularında kaybedenler...
Doğum yaparken çocuğunu sele kaptıranlar...
Korkudan ölü doğuranlar...
Bir hafta boyunca o bebeği nereye gömeceğini bilemeyenler...
Kafayı yiyenler...
Hikaye üzerine hikaye.
Müthiş bir ekiple ‘saha’daydım.
Ben Pakistan’a gittim gördüm, onlar başka insanlar, farklı insanlar...
Özveriyle insanlar yardım etmek için canla başla çalışıyorlar.
Ve insanlık adına onlarla gurur duydum.
Ve Hayata Destek Derneği üyelerini tanıdığıma çok mutlu oldum.

- Ne iş yapıyorsunuz?
- İnsani yardım çalışanıyım

O, 30 yaşında. Altı yıldır insanı yardım çalışanı. Nerede bir afet var, seldi, depremdi, soluğu orada alıyor: Pınar Gökgün. Hayata Destek Derneği’nin beş kadın kurucusundan biri. 24 yaşında bir insanın, bu kararı verip hayata geçirmesi beni etkiliyor, şaşırtıyor. Görmeye alışık olduğumuz insanlar değil, yeni insanlar onlar, farklı insanlar... Sakin, duruma hakim, paniğe kapılmayan, yaşından olgun davranan, felaketlere mantıkla yaklaşan, çözüm arayan ve bulan bir beyin. Hayran olmamak, saygı duymamak mümkün değil...

3.20101017100104.jpgPınar Gökgün, siz ne münasebetle buradasınız!
- Bazen ben de kendime sormuyor değilim! Babam bankacıydı. Bütün çocukluğum dolaşarak geçti. Babamın tayini çıktı, biz de peşinden gittik. Oradan oraya. Altınova, Ayvalık, İznik, Bursa, Babaeski, Bergama. Şikayetçi değilim ama çocukluğumda bir yere ait olmadım. Kim bilir bir yere ait olmayı belki hala reddediyorum, o yüzden şimdi ülke ülke geziyorum...

İletişim Fakültesi mezunusunuz. Pekala televizyonda, bir gazetede ya da radyoda çalışabilirdiniz...
- Üniversite okurken üç sene Açık Radyo’da çalıştım. Duruş ve hayata bakış itibariyle benim için en uygun yerlerden biriydi. Daha bağımsız, bir yere angaje olmayan. Sonra NTV’ye geçtim.

STK’larla ne zaman tanıştınız?
- Sivil toplum örgütlerinden üniversitedeyken haberdar olmuştum, kamu değil, özel sektör değil, bambaşka bir duruş. Çok da hoşuma gitmişti. Derken Sema Genel ile tanıştım. O bana İran’da bir sivil toplum kuruluşunda neler yaptıklarını anlattı, “Kendini bu şekilde var edebiliyor olmak ne güzel” dedim. Birkaç ay sonra da Sema, beni İran’da bir sivil toplum örgütünde çalışmaya çağırdı. Her şeyi bırakıp gittim. Hayata Destek Derneği hayatıma işte böyle girdi...

Hiç tereddüt etmediniz mi, “Ne işim var İran’da?” demediniz mi?
- Dedim tabii. İşim var, kedim var, evim var, çevrem var... Ama bir sabah uyandım, “Ben İran’a gidiyorum” dedim.

Ailenizin tepkisi ne oldu?
- Hiç hoşlanmadılar tabii.

Ne dediniz, “Aktivist olmaya mı gidiyorum...” filan mı?
- Hayır, “Felaketten etkilenmiş insanlara yardım etmeye gidiyorum” dedim.

Yaş?
- 24.

Bu gidişin altında yatan gerçek sebep ne?
- Başkaları için bir şeyler yapmak. Yeni bir hayata adım atmak. Değişik bir tecrübe yaşamak. İnsanlarla birlikte bir şey başarmak. Bizim durumumuz, “Gidelim insanlara yardım götürelim”den ziyade, “Ne yapacaksak onlarla birlikte planlayalım...”

İran’da, Bam depreminden sonra, çölün ortasında ne hissettiniz?
- İlk deneyimimdi, şaşkındım. Beş kadındık. İçimizde bir Sema deneyimliydi. Evlerini, ailelerini, her şeylerini kaybetmiş insanlar... Acıları hâlâ taze. İnsanların o travmadan kurtarılması, tekrar hayatlarını kurmaya teşvik edilmesi, evlerinin yeniden inşa edilmesi çok kısa bir süreç değil. Toplam bir buçuk sene kaldım İran’da. İyileştirme çalışmaları yaptık, su sistemleri çökmüştü, onların tamiratlarını yaptık, insanlara psiko-sosyal destek verdik, ayrıca onlara insiyatif tanıyıp kendi projelerini geliştirme şansı verdik. Sonra Pakistan’da Keşmir depremi oldu, paldır küldür oraya gittim.

O sırada kendi yaşıtlarınız bambaşka şeylerle ilgileniyor...
- Doğru, ilk aylarda bunun farkına bile varmıyor insan ama zaman ilerledikçe eski arkadaşlarımla paylaşabildiğim şeylerin azaldığını hissettim. İstanbul’daki arkadaşlarım iş arıyorlar, buluyorlar, o işe giriyorlar, bu işten çıkıyorlar, terfi ediyorlar, Beyoğlu’nda içmeye devam ediyorlar. Ama bir taraftan da şikayet ediyorlar. Sahip olduklarının kıymetini bilemeden...

Nasıl hissediyordunuz? Buralarda zaman kaybediyorum gibi mi, ben onlardan farklıyım gibi mi?
- Hiç, zaman kaybediyorum diye düşünmedim. İstanbul’un da kaçtığı yok, orada duruyor. Günün birinde Türkiye’ye dönme kararı verirsem eminim yapacak çok güzel şeyler bulurum. Ama burada yaşadığım deneyimler çok değerli.

Mesleğinize devam etseydiniz şimdi yükselmiş olurdunuz...
- Evet, daha fazla da para kazanırdım. İnsanlar bana, “Ne iş yapıyorsun?” diye sorduklarında tek bir cümle ile ifade edebileceğim bir iş yapıyor olurdum...

Şu anda ne diyorsunuz...
- “İnsani yardım” diyorum. “Nasıl yani?” deyip, bir sürü soru soruyorlar. İstanbul’da evet, belki çok yükselirdim ama mutsuz bir insan olurdum belki de...

Bu projenin bütçesi 15 milyon Euro

Tanık olduklarınız arasında sizi sarsan hikayeler var mı?
- O kadar çok ki. Ama insan bir süre sonra alışıyor ve çözüme yönelik düşünmeye başlıyor.

Mesleki deformasyon mu bu?
- Hayır, olması gereken bu. Katılaşmak, duygularını kaybetmek değil, bu insanların sorunlarına bir an evvel çözüm bulma çabası...

Peki insanın oralarda kendini rahatlatmak ve kafayı sıyırmaması için bir şeylerle meşgul olması gerekmiyor mu?
- Doğru, ben de ata biniyordum. Üzerimde uzun kollu elbise, altımda binici pantalonu, kafamda örtü, üzerinde kask...

Başörtüsüne uyum sağlamak zor oldu mu?
- Oldu. Ben Egeliyim, Ayvalık gibi bir yerden geliyorum, başörtüsü kullanmam. Ama bir insani yardım çalışanıyım, bulunduğum o ülkenin kültürel şartlarına ve gerekliliklerine uyum sağlamak zorundayım. Bu benim görevim.

Peki hiç sorun olmuyor mu? İnsan şöyle demiyor mu, “Türkiye’de de depremzede var ama ben İran’daki, Pakistan’dakilere yardım ediyorum...”
- İnsan, her yerde insan. Tabii ki kendi ülkemde bir felaket olsa her şeyi bırakıp, koşa koşa oraya giderim. Ama bizim derneğimiz din, dil, ırk gözetmiyor. Biz insanlık için çalışıyoruz.

Derneğin geliri nereden...
- Gönül isterdi ki Türkiye’den olsun ama değil maalesef Almanya’dan geliyor. Biz projeleri geliştiriyoruz, onlara sunuyoruz.

Onlar niye kabul ediyor...
- Çünkü onlar da dünya üzerindeki afetlere destek vermek istiyorlar. Biz de sahadayız. İran’da da yaptığımız işi biliyorlardı. Pakistan’da sel felaketi olunca bizimle iletişime geçtiler.

Bu yardım projesinin bütçesi ne kadar?
- 15 milyon Euro.

Ooooooo büyük para...
- Evet. Başlangıçta bize küçük bir miktar gönderdiler, 15 bin Euro kadar. Biz de o paralarla çadırkentlere su tankları kurduk, üzerinde bize fon sağlayan derneğin adı yazıyordu, Diakonie Katastrophenhilfe. Oralara haber yapmaya gelen bir Alman fotoğrafçı bu tankların fotoğraflarını yayınlayınca, Merkel, bu fotoğrafçıyla televizyona çıkıyor ve bütün Almanlara çağrı yapıyor. Tam 15 milyon Euro toplanıyor. Bu para dört yılda Pakistan selzedelerine yardım projesine harcanacak. Tabii ki her an, her kuruşun hesabını veriyoruz. Bütün harcamalarımız herkesin denetimine açık, tamamen şeffaf bir derneğiz.

Türkiye’den sizin gibi kaç kadın var aktivist?
- Valla çok yok. Ya da ben tanımıyorum.

Ara ara kendinize üzülüyor musunuz? “Benim özel hayatım ne olacak?” diye. “30 yaşına geldim, evlilik çoluk çocuk...”
- Evli değilim, henüz çocuk da istemiyorum. İstediğim zaman bir takım şeyleri değiştirebilirim. Çekoslavak bir sevgilim var, diplomat. Gayet mutluyum. O, benim insanı yardım çalışanı olmamı destekliyor. Çalışmaya devam yani...


Yükleniyor

Yükleniyor

Yükleniyor

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.