Celal DEMİRCİ

Tarih: 27.09.2022 14:12

1984’ten 2024’e Giden Yolda Sendikalar Distopyası...

Facebook Twitter Linked-in

1984’ten 2024’e Giden Yolda Sendikalar Distopyası

Celal Demirci’den sendikalar distopyası….

Kamu çalışanlarının özlük haklarını, özgürlük alanları, mali ve sosyal haklarını, hukukunu yasalar çerçevesinde korumak, geliştirmek ve genişletmek için adına memur sendikaları dediğimiz kamu çalışanları sendikaları vardır. Yasalar çerçevesinde memurlar siyaset yapamadıkları için; kamu çalışanlarının haklarını, kamu işveren heyeti karşısında memur sendikaları üstlenirler. Kamu çalışanları da özgür iradeleriyle bu sendikalara üye olarak sendikalarını desteklerler. Şartları müsaitse ve istiyorlarsa sendikal görevlere aday olurlar; seçilirlerse de sendikacılık yaparlar. Kamu çalışanları, haklarının yeterince korunamadığını düşündükleri durumlarda da sendikalarından istifa eder; inandıkları başka sendikalara üye olurlar.

Türkiye’de sendikalar, siyasi hareketlerle aynı sosyolojik tabanı paylaştıklarından dolayı yasalar gereği siyaset yapamayan memurlar, kendi sendikalarının performansından memnun kalmasalar ve sendikalarını eleştirseler bile kolay kolay sendika değiştiremezler. Nedeni, sendika değiştirirken sadece sendika değiştirmeyip adeta dünya görüşlerini de değiştirmiş bir duruma düşerler. Bu nokta, sendikaların üyelerini çantada keklik görerek tabanın sesine duyarsızlaştığı noktadır aynı zamanda. Çünkü sendika değiştiren kimi üyeler; neredeyse din değiştirmiş gibi bir hissiyata kapıldıklarından sendikalarından istifa etmezken, sendika ise bu nedenle üyenin rahatsızlığının farkına varmaz. Oysa; üye, sendikasından duygusal olarak bir kopuş yaşamıştır zaten. Bugün, Öğretmenlik Meslek Kanunu tepkilerinin merkez sendikalar tarafından anlaşılamamış olmasının bir nedeni de budur.

Sendikasının politika ve kazanımlarından, sendika yöneticilerinin hal ve gidişatından memnun olmayıp yukarıdaki nedenlerle sendikasından istifa etmeyen/edemeyenler ya sendika içi iktidar/ muhalefet denkleminin insanı rotasından çıkarabilen, kardeşi kardeşe pusu atar duruma getiren, yıpratan, yoran hatta kimi durumlarda da kirleten delege demokrasisi ortamına girerler ya da bir kenara çekilip eleştiri yapma yoluna giderler. Sendikasından memnun olanlar açısından bir sıkıntı yok... Ancak iş eleştiriye geldiğinde kendisini sendikanın sahibi olarak gören profesyonel sendikacı zümresi; sendikaya ya da kendilerinin şahsına yönelik olmayıp özü itibarıyla memnun kalınmayan sendikal politikalara yönelik eleştirileri adeta adına dava dedikleri ve ilkelerini, içeriğini kendilerinin belirledikleri manzumelere ihanet olarak değerlendirme yoluna giderler. Bu durum, aslında bu değerlerin temsilcisi konumundaki kendilerini; kutsamak, dokunulmaz, eleştirilmez, ulaşılmaz, insanüstü bir varlık mertebesine koymak iç güdüsünden kaynaklanmaktadır. İnsanları kendilerine biat ettirmenin yolu; George Orwell’in “Hayvan Çiftliği” romanındaki gibi “Herkes eşittir ama bazıları daha eşittir.” ilkesini bir pratik olarak zihinlere kazımaktır.

Bu değerlendirme: Analiz yeteneğinden mahrum olduğu herkesin malumu olan kimilerince; amirlerinin/üstlerinin yazıp ellerine tutuşturduğu fikir kırıntılarının altına imza atıp bundan da şeref duymak şeklinde gerçekleşir. Kapasiteleri sınırlı, algıları sorunlu olduğundan kendilerini ifade edememenin depresif hali içerisinde küfür, hakaret, itham, örneklendirilemeyen iftira iddialarına da başvurmaktan çekinmezler. Oysa eleştirilen sendika değil sadece sendika yönetiminin uyguladığı politikalardır.

Bunlar, Kafka’ya atfedilen “Bayım, beyinlerimiz savaşsın isterdim ama görüyorum ki silahsızsınız” sözünün yaşayan muhataplarıdır. Kontrollerini kaybettiklerinde birikimleri de yetersiz kalınca -yanlış anlaşılmasın burada maddi birikimden söz etmiyoruz- sizi de kendi seviyelerine çekmek isterler. O seviyeye indiğiniz anda kazanma şansınız kalmaz. Çünkü o seviye onların karış karış ezberledikleri yaşam alanları olan çukurlarıdır. Oranın patronu onlardır.

Kimi sendikalarda görev alma açısından birkaç dönem kuralının olmaması/kalmaması; 2014 sonrası müdür değişiklikleri gerçekleşirken bu değişiklikleri haklı gösterme amaçlı olarak ifade edilen: “Okullar, müdürlerin adıyla anılır oldu. Ali’nin okulu, Mehmet’in okulu gibi… Oldu olacak tapusunu da verelim. 8 yıl bir okulda müdür kalmak, işletme körlüğünü de beraberinde getirir.” söylemini akıllara getirdi.

Şimdi, kimi sendika şubeleri de hakeza aynı şekilde; falancanın sendikası, filancanın sendikası olarak adlandırıldığı için doğal olarak sendikacıyı eleştirmek sendikayı eleştirmekle özdeş oldu. Öyle ya! Sendikanın tapusu kimdeyse sahibi odur. Sendikacıyı eleştirmek de sendikayı eleştirmektir. Kafa bu…

Bir sendikanın müntesibi olmak. Ona gönül vermek. Hatta bir neferi olarak mücadele etmek, o sendika yönetiminin bütün politikalarına kayıtsız şartsız iman etmek anlamına gelmez. Sendika bizim sendikamızdır ama yönetimini beğenmeyebiliriz, politikalarını beğenmeyebiliriz. Kişilerin ve kurumların tüzel kişiliğine hadsizlik yaparak hakaret edilmediği müddetçe sendika politikaları da yönetimin uygun bulunmayan davranışları da eleştirilebilir. Bunu yapan dinden çıkmış olmaz, davanın düşmanı olmaz, hain olmaz. Kendi sendikasına ihanet etmiş olmaz. Sendikasında yapılmadığını düşündüğü sendikacılığın yapılabilmesi için uyarı da bulunmuş olur sadece... Kimse kimsenin tebaası değildir. İsteyen takdir eder. İsteyen tenkit eder ki bu da gayet doğal bir durumdur. Ama kitleye, teşkilata dönerek bunlar yoldan, rotadan çıktılar. Bunlar hain! Derseniz, sorarlar adama; ne hainliğini gördün? diye… Fikirleri, yazıları bir şekilde sahada karşılık bulan kişileri; kitle, teşkilat nezdinde yıpratarak itibarsızlaştırma teknikleri, içinde bulunduğumuz iletişim çağında çok da karşılık bulmuyor inanın. Düşman kutuplar yaratarak, içte ve dışta düşmanlar üreterek var olma çabası; kendi eylem ve söylemlerine güvenmeyenlerin sığınağıdır. Küçük zihinlerin, bu fikirleri teşkilattan uzak tutmaya, okutmamaya yönelik ucuz taktikleridir. Muhaliflerinin yazılarını beğenenleri, telefon açtırarak uyaracak kadar despotlaşma ve küçülmedir.

Sendikacılık yapan/yapmakta olan herkes her şeyden önce geriye dönük olarak yediğinin, içtiğinin, kazandığının hesabını vermeye hazır olmalıdır. Başkaları hakkında şüphe oluşturmak sizi temize çıkarmaz. Memur sendikacılığı memuru temsil makamıdır. Bir memur gibi yaşayıp, memur gibi giyinip, memurun yediğinden yiyip, içtiğinden içerek onunla hemhal olup empati kurma alanıdır. Görevini tamamladığında da bir yerlere kapaklanmadan, sessizce geldiğin yere geri dönebilme erdemini gösterebilmektir. Kısacası yola çıktığın yerden sınıfından, öğretmenler odasından utanmadan, kendini onların üstünde görmeden geldiğin yere dönebilmektir. Sendikacılık bir cekettir. Süre bittiğinde duvara asılır. Öz olan insandır. Özü unutarak ufka yürümek iddiası, kof bir söylemden ibarettir. Artık, bize benzemeyenlerin bizi temsil iddiası söz konusu olamaz.

Gerorge Orwell’ın “1984” isimli eserinde:

“Olguyla kurgunun birbirine karıştığı yönetimler de liderin söylemi olgusal alanda yanlışlanırsa, yapılması gereken olguların söyleme uygun hale getirilmesidir. Söyleme uygunluğu denetlenen yalnızca şimdi değil, aynı zamanda geçmiştir de. Geçmiş kayıtların, arşivlerin, şimdinin söylemiyle tutarsızlığa düşmesi durumunda değiştirilmesi gereken arşivlerdir. Okyanusya'da tüm kayıtlar liderin söylemini doğrulayacak şekilde yeniden düzenlenir.” denilmektedir…

Geçmiş, aslına sadık kalınmadan arşivlerden silinir, vefa adı altında sadece nostalji tadında bir dönem filmi gibi bugünden uzaklaştırılırsa, kimsenin adına ilkeler denilen mevcut yönetimi kutsama aparatlarına saygı duymasını bekleyemeyiz.

İlkeler, kurucu değerler işimize geldiğinde önünde herkesi boyun eğdireceğimiz, acıktığımızda ise yiyeceğimiz helvadan putlar değildir.

Gelin, kuruluş ilkelerimizi sendikalarımızın web sayfasına aslına uygun olarak yeniden yazalım. George Orwell’in distopik eserindeki geçmişin bugüne göre yeniden güncellenmesi gibi bir söyleminin muhatabı olmayalım.

Sahi, kurucu ilkeler demişken 28 Şubat’ın yıl dönümünde, 2018 Şubat’ında sendika web sitesinden silinen metin neydi? Bilen var mı? Ve o metin neden silindi?

Yüzleri kızarmadan seviyeyi dip yapanlar, yüzleri kızarmadan bunu da açıklayabilecekler mi?

Ortaya çıkan tablo, çürümenin estetize edilmiş resmi değilse nedir?

Saygılarımla…

Celal DEMİRCİ


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —