Tarih: 12.07.2025 14:51 Güncelleme: 12.07.2025 14:51

Mustafa KAPLAN


 

HAKİKATİN GÖRÜNDÜĞÜ UFUKTA

Egonun kirli buharını, tevazu tenceresinde sevgi ateşiyle eritmedikçe; erdemin kapısı yüzümüze kapalı kalır. Benlik zindanına tutsak olanın yolu, ışığa değil, nefsin dipsiz kuyularına çıkar. Oysa gönül aynasını silip hakikati temaşa edenler bilir ki: ancak "ben" ortadan kalktığında “biz” doğar; ve “biz” olan, Rahman’a yaklaşır.

Kur’an’da Nahl Suresi’nde Rabbimiz, bal arısına bile vahyeder. O küçücük varlık, ilahi emre muhatap olur da bir tek nektardan nice şifalar damıtır. Bu, yalnızca bir mucize değil; Yaradan’ın, yaratılan her varlığa bahşettiği değerin apaçık bir göstergesidir. Şimdi düşün ey insan: Allah, bir arıya bile vahiy gönderiyorsa; seni —akıl ve irade ile bezenmiş, ruhundan üflediği yüce bir varlığı— ne derece değerli kılmıştır?

Ama bu değeri idrak etmek, sadece “insan” olmakla değil; insanca yaşamakla mümkündür. Kinle, kibirle, kıskançlıkla sarılmış kalplerde Hak nuru yeşermez. Zira gönül, kinle dolarsa orada sevgi barınamaz; nefreti yurt edinmiş kalpten rahmet taşmaz. Bize düşen, bu kubbede baki kalacak hoş bir seda bırakmaktır. Çünkü bir tebessüm, bir selam, bir gönül alıcı söz; nice yıkılmış ruhlara merhem olur.

İnsan, bozuk para gibi harcanacak kadar ucuz değil; bedeli biçilemez kadar kıymetlidir. Ne var ki; ifsada meyilli bir nefisle, müfteri kimliğe bürünmüş bir beden, yalanın ve zulmün dili olursa, mahkeme-i Kübra’da Hakk'ın huzurunda hangi yüzle duracaktır? Zira dünya, ahiretin tarlasıdır. Her kim ne ekerse, orada onu biçecektir.

Sadece yiyip içmekle, gezip eğlenmekle anlam bulunmaz hayatta. Zira insanı hayvandan ayıran en bariz fark, tefekkürdür. Bir an düşün: İlahi fermanla hareket eden cansız hücrelerin, bir damla sudan koca bir insan inşa ettiğini fark ettiğinde, kendine sor: "Ben bu muazzam nizama hangi katkıyı sundum?"

Atomlar bile yerli yerinde dururken; insan, içindeki nizâmı ve fıtratın sesini susturarak neye hizmet eder? Hücreler bile durmadan çalışır, bir tek parmak izini benzersiz kılmak için. O hâlde, biz niçin kendi özgün hakikatimizi yitiriyoruz? Neden içtimai rabıtaları koparıyor; Allah'ın bize bahşettiği sevgi, merhamet, sadakat gibi ulvi duyguları heder ediyoruz? Bu duyarsızlık, toplumun kitlesel dejenerasyonuna zemin hazırlamaktan başka ne işe yarar?

Bize emanet edilen dil… Ne ince bir terazidir o! Bir sözle kalp yapar, bir sözle kalp yıkar. Bu dili, bela ve iftiranın dili hâline getirmek; insanı âlâ-yı illiyyînden esfeli sâfilîne indirir. Oysa Allah’ın bizden istediği; incitmeden yaşamak, yıkmadan yürümek, sevmeyi öğrenmek ve affetmeyi bilmek değil midir?

Kur’an’da defalarca tekrar edilen “Düşünmez misiniz?”, “Akletmez misiniz?” uyarıları; aslında Rabbimizin bize olan lütfudur. Düşünen insan, haktan ayrılmaz. Aklı, Hakk’ın emrine verildiğinde; bir vezir olur. Nefse kiralık verildiğinde ise, şeytanın uşağına dönüşür. Ah o mahşer günü… Rabbin huzurunda, “Sana verdiğim aklı ne yaptın?” sorusu sorulduğunda, ne cevap vereceğiz?

O hâlde gelin, gönül yıkmayalım, yapalım. Kin gütmeyelim, barış için adım atalım. Küskünlük yerine kucaklaşmayı seçelim. Çünkü bir gönül, bin kâbe kıymetindedir. Samimiyet en büyük erdemdir. Ve unutmayalım:

> "Kırma gönül şişesini; yapan bulunmaz, bulunmaz..."

 


TÜM YAZARLAR

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.