Bir ülke, yalnızca sınırlarını çizen çizgilerle değil; o çizgilerin içinde yaşayan insanların kalplerinde taşıdığı iman, ahlak ve birlik duygusuyla ayakta kalır. Toplumun üzerine düşen vazifeler üç katmandan oluşur.
Her ferdin ülkesini kendi evi gibi görmesi; bayrağına, toprağına ve emanet edilen mirasa sahip çıkması varlığın ilk şartıdır. Çalışmak, üretmek, ilim öğrenmek, adaletli olmak, hakkı gözetmek… Bunlar, milletin omurgasını teşkil eden vazifelerdir. Çalışmayan bir toplum çürür; adaletini kaybeden bir millet çözülür.
Milleti millet yapan asıl unsur, ortak inanç ve değerlerdir. Din, bu noktada yalnızca ibadet şekilleriyle değil, toplumu yoğuran ruhuyla da belirleyicidir. İnanç, ferdin vicdanını arındırır, nefsi dizginler, adalet duygusunu besler. Toplumda dinin tesiriyle büyüyen ahlak, fertleri birbirine kenetler. İman, gönülleri aynı istikamete çevirir; kardeşliği, fedakârlığı ve merhameti canlı tutar.
Bir milletin ebediyete yürüyüşü, ancak kendini aşan bir ideale bağlanmasıyla mümkündür. Dünyevî menfaatler gelip geçicidir; fakat hakikat ve adalet uğruna verilen mücadele ebediyetle bütünleşir. İnanç, bu yüksek ülküyü daima diri tutar.
Kimi zaman minberden yankılanan bir nasihat, kimi zaman cephede edilen bir dua, kimi zaman da annesinin helâl lokmayla büyüttüğü bir evlat… Bunlar, milletin çelikten sütunlarıdır.
Sonuç olarak: Bir ülkenin ilelebet var olması, sadece ordusunun gücüne değil; halkının vicdanına, imanına, ilmine, adaletine ve birlik ruhuna bağlıdır. Eğer toplum fertleri, dinin ve inancın verdiği ahlakla birbirini kollarsa; ilimle çalışıp adaletle hükmederse, o milletin yıkılması mümkün değildir. Çünkü Allah’ın kanunu şudur: “Zulmeden toplumlar çöker; hakka sarılan toplumlar ebedîleşir.”