26.02.2023 17:54:00

Bülent TIRTIR

Deprem ve Ölüm Korkusu Bir afetin travmasının içindeyiz hala. Yıkılan binalar ortalığı toza dumana katarak içindekilerle beraber birer enkaza yığınına dönüşüyor. O anları cep telefonu kamerası ile görüntülüyoruz ve sosyal mecrada paylaşıyoruz. Enkaza dönen binanın tozu hala yere inmiş değil. Kilometrelerce uzakta elimizdeki telefonun ekranına sabitlenmiş gözlerimiz. Gözbebeklerimiz büyümüş ve korkuyla dolmuş bir halde izliyoruz olanları. Görüntüler kısa süreli çekilmiş. Akabinde olanlar ise bizim zihnimizde canlananlardan ibaret. Tek bir uyarı vermeden, ikaz sirenleri çalmadan, hadi demeye fırsat bulamadan yıkılan binanın içinde görüyoruz kendimizi. Belki uyuyoruz belki ayağa kalkmaya çalışıyoruz. Genelde oturma odasında hayal ederiz kendimizi. Şaşkınlık bizi hayalimizde bile mıhlıyor. Kıpırdayamıyoruz. 

 

Neydi o tatbikatta söyledikleri şey? Çök, kapan… Sonra!? Her halükarda beton yığınların, saniyeler önce tepemizde duran tavanın (ki kendisi az önce komşunun tabanıydı) altında buluruz kendimizi. Dağılan eşyaların, parçalanan mobilyaların arasında, kırık tabak ve cam bardakların, akşamdan keyifle seyredilen televizyonun ve kalan yemeklerin konulduğu buzdolabının parçalanırken çıkardığı ürkütücü seslerinin eşliğinde müthiş bir aksiyon filmi sahnesinden ibarettir bu. Toz duman savrulmuş haldeyken kamera bizi gösterir enkaz arasında. Kimse bu sahneyi hayal etmediğini söyleyemez. Ama bizi korkutan bu sahne değil. Yani deprem anı değil bizi korkutan asıl şey. 

 

İnsanı depremde korkutan iki şey vardır o an için. Çaresizlik ve feci bir ölüm. Bu şekilde can vermek istemiyoruz hiçbirimiz. O yüzden dualarımızda "Allah'ım emanetini canımızı yakmadan al." diyoruz, "Allah'ım sen bizi çaresiz bırakma." diyoruz. Yıkıntılar arasında çaresizce beklemenin hayali sinirlerimizi bozuyor. Aldığımız nefeste, içimize çektiğimiz enkaz tozlarını yutuyoruz hızla soluklanarak. Hala neler olduğunu anlamaya çalışıyoruz. Nereye sıkıştığımızı bilmeden, nerede olduğumuzu bilmeden öylece bakınmaya çalışıyoruz kafamızı oynatmadan. Gözlerimiz acıyor. Ya evdekiler? Tek tek, isim isim sesleniyoruz. Cevap bekliyoruz karanlıkta toz soluyarak. İçimiz cız ediyor, geçen her saniye dakikaya eşit. Ya öldülerse? Ya ben yaşarsam? Çocuklar..? O bitmek bilmeyen saniyelerde ne kadar çok soru sorarız kendimize ve ne kadar yüksek sesle bağırırız sesimizi duyurabilmek için aynı anda. Enkaz altından bir şekilde canı çıkarılabilirsek ne ala. Hele ki sevdiklerimizde sağ salim kavuştuysa bizimle hiç sorun yok. Gerisi kolay. Bir şekilde kabul ederiz, nefes aldığımız sürece yaşadıklarımızı öyle ya da böyle bastırır ve hayat devam ederiz. Tabii enkazdan sağ çıkabilirsek! İşte bizim en çok korktuğumuz yer hikayenin burası. Hikayenin finali hep gerilim dolu. Nasıl bir ceset olarak çıkacağımızı düşünmek? Acılar içinde bir ölümün sanrısına kapılmak. İşte esas korku kaynağı bu. Tetiği biz çekmiyorsak eğer nasıl öleceğimizin hayatımıza katacağı hiçbir anlam yok lakin gelin görün ki hepimiz huzurlu bir şekilde yatağımızda ölmek istiyoruz. Ölümü hafife almak değil derdim. Tabii ki hafife alınacak bir şey değil ama ölen için geçerli değil ki bu. Ölümün acısını ölenler bilmez ki. Bu acı hep geride kalanlar içindir. Tutulacak yas, akıtılacak gözyaşı, kalbimizdeki yara, aklımızda cevapsız kalan sorular, keşkeler, belkiler. 

 

Tıpkı ölümden sonra dağıtılacak miras gibi herkes paylaşır bunu yakınlığı nispetince. Kimine çok kimine az, kimine açık kimine gizli. Ölenin bunlardan haberi yoktur. Ölümden korkmak yaşayanlara mahsustur. Yaşayanlar ise kendi hayatlarının yaşadıkları kısmının ölüm karşısında ne kadar değerli olacağını düşünmeye devam eder. Toprağa bırakılacak olan bedeninin nasıl geri dönüşüm işlemi göreceğini hayal eder. Belgeselde izleyip aklında kaldığı kadar. Böcekler, kurtlar, çıyanlar vs. Asıl düşünülmesi gereken düşünülmez ama. O illa ki akla gelmez çünkü, içten içe beynini kemiren ve dillendirilmediği sürece hiç kimsenin sormayacağı soruyu bilir. “Dünyada nasıl yaşadın?” Hesap vakti geldiğinde sorulacaklar, verilecek, verilemeyecek cevaplar. “Hakkını verdin mi sana verilen kıymetin?” Verdik mi? Ben verdim mi o kıymeti? Uykuda iken gece kollarını ısıran sivrisinekten haberi olmayan insanoğlu ölünce geride bırakacağı vücudun toprağa karışmasını düşünüp korkuyor. Gerçekten tek korkumuz bu mu olmalı? İçimizi kemiren şey bu mu? Kader ve iman tartışmasını kendinle yapman gerekiyor bir ara. Gerçekten kadere inanıyor musun? Gerçekten bir imana sahip misin? Niye gerektiği gibi kendini teslim edemiyorsun? Ölüm sonrasından değil ama ölümün kendisinden korkuyorsun. Gideceğin yerden değil, seni oraya götürecek vasıtadan korkuyorsun. 

 

Bir kapıdan girip diğerinden çıkacaksın. Emin ol o kapıdan geçmeyen yaratılmış hiçbir varlık olmayacak. Yaşadığın gün boyunca o huzurlu ölümü hak etmen için ne yaptın? Ölümün huzuru bedende değil ruhta olur. Ruhun ölüm anında nasıl huzurla teslim edecek kendisini? Ölüm şeklin önemli mi? Yaşadığın hayatın kıymetini bilemeyip, hakkını veremediysen eğer yatağında uyurken ölmek acısız mı olacak sanıyorsun? Hayatın konforuna kendini o kadar kaptırmışsın ki ölüm anında bile o rahatlığı istiyorsun. Konforunu bozmadan o rahatlığı elde edemezsin. Kaderimizin kaleminin mürekkebi henüz bitmemişken kendimize yeni bir kader yazmak gerekiyor. Akıllıca.


TÜM YAZARLAR

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.